Bir yazar hakkında yazı kaleme alırken edebi kişiliğini ön planda tutarız. Onu değerlendirirken kitaplarından alıntı yapar ve o alıntılar çerçevesinde anlatmaya çalışırız. Ancak edebiyat dünyasında bir grup vardır ki, kitaplarını okumadan bile sizi sarsar. Hayat hikayeleri, mücadeleleri, yolculukları, aşkları alıştığımız kalıpların dışındadır. Bu yüzden sadece yaşadıkları bile bir sanat yapıtı gibi sizde iz bırakır. Arthur Rimbaud, Marina Tsvetayeva, Anna Ahmatova, Jerzy Kosinski ve daha birçok ismi bu grup içinde inceleyebiliriz. Türk Edebiyatı’nda bu grup içinde anlatacağımız isimlerin başında Tezer Özlü gelir.
Tezer Özlü’nün birkaç öyküsü dışında hemen hepsi yaşam öyküsel metinlerdir. Bu metinlerde ‘ben’i merkeze alarak şekillendirir. Doğan Hızlan’ın da söylediği gibi: “Bıçağın sırtında yaşar, yaşadığını da müthiş bir tazelikle yazan biri.”
Yazılarını sadece edebiyat olsun diye yazmaz, yazılarını kendi iç dünyasına yakın olsun diye yazar. İlk öykülerinden başlayarak ölüm ve korku onu yaşamının sonuna kadar izler, son kitabında ise bu korku artık bir ölümden kaçış, bir ölüme koşuş yolculuğu, bir son çırpınış, bir ölüm dansına dönüşüverir. Onun için adeta yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlanır. “Her anı ölüdür” der ve dolayısıyla her insan da ölüdür onun için. Ölüm korkusu bir fon müziği halini alır. Böylece yaşamını ölümü beklemeye adar. Aynı zamanda bu bekleyiş sanat yapıtlarında bize edebi hazlar tattırır, Tezer Özlü’nün yaşamında ölüm bir yaşam kaynağına dönüşüverir. Kendisinin de belirttiği üzere yaşama cesaretini her zaman ölülerden alır.
Yaşam ve ölüm iki zıt anlayış. Fakat Tezer Özlü metinlerine inci gibi dizilmiş. Belki de bu anlayışlar en güzel şekilde böyle çıkabilirdi karşımıza. İntihar, ölüm, yaşam birbirleriyle zincir gibi iç içe geçmiş kavramlardır Özlü için. “Yeryüzünün intiharları sonsuzdur. Biri, bir yerde intihar ettiğinde, bir başkası intihar etmeye hazırlanıyordur. Biri ölmeye başladığında, bir başka yerde yaşama başlıyordur diğeri.”
Tezer Özlü’nün yaşamı boyunca süregelen melankolisi, onun eserlerine damga vuran bir tema olarak karşımıza çıkar. O, edebiyatı bir kaçış değil, adeta bir varoluş biçimi olarak kullanır. Acılarını, yalnızlığını ve içsel kargaşasını kelimelere dökmek, onun hayatta kalma mücadelesinin bir parçasıdır. Özlü, dünyadan kaçmaya çalışmaz, aksine dünyanın üzerine gitmeyi, onun acılarını ve sancılarını açığa çıkarmayı seçer. Bu da onu edebi dünyada benzersiz kılar.
Yaşamın bir sevgi üzerine var olduğuna inanan Özlü, sevginin insanı cesetlerden ayırdığı, onu canlı tuttuğu kanısındadır. Yapıtlarına dikkat ettiğimizde okurlarına öznesi kendisi olan metinler sunmuştur. Böylece bir tek görmek istediklerini değil, bir bütün olarak yaşama bakışını, felsefesini ele almıştır.
Yazının neden var olduğunu bize aktarır. “Neden yazılır?” sorusuna cevap arar. Yazının acıdan doğduğunu, kendi zavallılığımızdan sıyrılmak ya da kendi dünyamıza egemen olmak için yazdığımızı vurgular.
Yaşamı boyunca “gitmek” duygusu hiç peşini bırakmaz. “Gitmek” bir sanat yapıtının ortaya çıkmasındaki en sihirli sırlardan biridir. Belki de bu yüzden en değerli kitabı olan “Yaşamın Ucuna Yolculuk” ismi de gitmeyi, yolculuğu hatırlatır. Yaşam onun için en uca, yani ölüme doğru gitmektir.
Tezer Özlü eserlerinde en çok dikkat çeken kavram “yabancılaşma”dır. Özlü’nün yabancılaşması kendi anlamının dışındadır. Yabancılaşma onun içindeki insanı, kişilerin ilişkilerini korumanın bir yoludur. En sevdiği yazar Cesare Pavese’nin “Başkalarıyla, hatta karşına çıkan tek insanla - sanki her şey o an başlayacak ve biraz sonra bitecekmiş gibi yaşamalısın” sözünü hayatında düstur olarak seçmiştir. Kişilere ve çevreye yabancılaşmasına rağmen yaşamı derinden ve içten yaşayan yazar, kendi iç dünyasının çemberinde zamansızlık olgusu yaşar.
Tezer Özlü eserlerinde yaşamından birçok parçalar görebilirsiniz. Bunlardan bahsedecek olursak:
“Eski Bahçe-Eski Sevgi”de sanki rüyadaymış gibi, gerçek zeminden uzak, çocuksu çılgınlıklarıyla kaleme aldığı bu kitapta bir cesaretin sesini duymaktayız. Bu öykülerde sürekli yer değişen ve hiçbir yere ait olmayan Özlü’yü görmekteyiz.
Tezer Özlü’nün ilk romanı olan “Çocukluğun Soğuk Geceleri”nde anlatıcı, sürekli olarak yaşamla ölüm arasında, huzurla manik-depresif rahatsızlığı içinde kendi yaşamına yabancılaşmayı anlatır. Dört bölümden oluşan bu yapıtta, çocukluğuna dair anılarını yazsa da, geçmişiyle ilgili anılarını izleyen kronolojik bir düzeni yoktur. Bu şekilde yazarak Özlü, hayatındaki yabancılaşmanın seyrini okuyucusuna sunmak istemiştir. Kendisinin de belirttiği gibi, yazar burada genç bir kızın hayatta karşılaştığı “şok”u ele almıştır. Böylece, toplumsal baskı, kuralların sınırları içerisinde bunalım yaşayan anlatıcı, bu bunalımlar içerisinde özgürlüğünü aramaya, çevresinden kaçmaya başlar, kendi tabirince “her zaman yatakta uykuyu arar.”
Yazar, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” eserinde artık duygularını masa başında ve hastane koridorlarında değil, uzun süreli yolculuklarda anlatmaya başlamıştır. Bu eserde sevgili üç yazarının (Cesare Pavese, Franz Kafka, Italo Svevo) izinde kendi buhranlarını da anlatır. Ayrıca bu yazarların kendisi üzerindeki etkiyi de “Yaşamın Ucuna Yolculuk”ta görebiliriz. Yazar her zaman kendini diğer üç yazarıyla özdeşleştirmiştir. Onlar gibi yalnızlıktan beslenmiştir: “Okyanus gibi bir yalnızlık.”
Yazar her şeyi her zaman derinden yaşar. Bir nebze derinliği hissetmeyen insanlarla bir tutamaz kendini. “Hayatında hiç nehir görmemiş kişi bir nehirle karşılaştığında onu okyanus zanneder.” İşte bu tür insanların yaşadıkları olaylar da sevgiler de o denli yüzeysel, o denli basitleşmiş olur.
“Zaman Dışı Yaşam” eserinde genellikle toplumdan yabancılaşmış bireyin yolculuğunu konu edinmektedir. Bu yolculukta o, her şeye yabancıdır, kendine bile. Fakat yabancısı olduğu bu yerlerde bile kendini bu olgudan çıkara bilecek tanıdığı birini arar.
Yaşamı boyunca hep yapmak istediği gibi toplumsal ilişkileri değiştirmeye çalışan Özlü, bu olguyu yapıtlarında anlatmaya çalışmış, hayata hep kendi yorumuyla yaklaşmıştır ve bizi bu yorumuyla edebi hazzın en üstüne çıkarmıştır.
Marina Tsvetayeva, bir zamanlar “Acı çekmeden büyük bir yazar olamazsınız” demişti. Tezer Özlü de bu acının tam merkezindedir. Eserlerinde sıkça rastladığımız yalnızlık, ölüm, yabancılaşma ve anlamsızlık temaları, onun hem kişisel yaşamından hem de dünya edebiyatının bu büyük trajedilerinden esinlenir. Özlü’nün içsel dünyasında dolaşırken, onun yaşamına nüfuz etmiş bu karanlık ve derin kederi anlamak mümkündür.
Özlü’nün dünyasında melankoli, basit bir hüzün ya da üzüntü değildir; bu, varoluşun ta kendisidir. Yaşamak, bir yandan dünya ile bağ kurmak, bir yandan da kaçınılmaz bir şekilde ondan uzaklaşmaktır. Tezer Özlü, bu ikilemi derin bir içsel kargaşa ile yaşamış, her satırında bu karmaşıklığın izlerini bırakmıştır. Onun eserlerinde hayat, bir yandan kucaklanmayı bekleyen bir armağan, bir yandan da sürekli kaçılan bir acıdır.
Belki de Tezer Özlü’nün en etkileyici yanı, hayatı tüm acılarına rağmen derin bir içtenlikle yaşama cesaretidir. O, acıyı ve melankoliyi bir son değil, bir başlangıç olarak görür; yazmak, bu acının içinde kaybolmak değil, onu yeniden şekillendirmek, onunla barışmak için bir yoldur. Özlü’nün kaleminden dökülen kelimeler, bir ömrün yorgunluğunu, bir ruhun arayışını ve sonsuz bir yolculuğu hatırlatır. Sonunda ne bir varış, ne de bir kurtuluş vardır; yalnızca devam eden bir yolculuk, sessiz bir melankoli ve hep uzakta kalan bir huzur arayışı...
Tezer Özlü için hayat, sonu belirsiz bir yolculuktur; fakat bu yolculuk, onun varoluşunun en anlamlı yanıdır. Çünkü Özlü, yaşamın en uç noktasına ulaşmanın bile bir son olmadığını, her bitişin ardında yeni bir başlangıç olduğunu bilmektedir. Yaşam, sadece gitmek ve asla tam anlamıyla varamamak demektir.
(OB/VC)