Başka memleketler, kültürler göreyim diye heveslenip de vize şartıyla karşılaşan, vize için gerekli belgeleri toplamaya çalışırken helak olan herkes, hayatında en az bir kere sınırlardan nefret etmiştir. Yaşadığımız gezegenin bir tarafına istediğimizce gidememek veya aynı ülkede yaşayıp da bazen duvarlarla, bazen dikenli tellerle ayrılmış bir kısmına geçememek nasıl da zoruna gidiyor insanın.
Sınır meselesi karışık. “Sınır Tanıma!”, “Limitleri Yok Et” gibi sloganlarıyla ne kadar da önemli ve ne kadar da özgür olduğumuzu bağıran reklamların içinde yaşıyoruz her gün. Motivasyon pompalayıcılar ve yaşam koçlarının da en sevdikleri bunlar. Sınır, kötücül bir sözcük ve bu sözcüğü ne zaman duysak bazı haklarımızdan olduğumuzu bildiğimiz bir toplumda yaşıyor olduğumuzu bildiğimiz bir düzende yaşıyor olmamızın da bunda payı büyük. Oysa sınırlar her zaman o kadar kötü ve dikenli olmayabilir.
Çünkü sınırlar ayırmaya yaradığı kadar, korumaya da yarar. Ayırdığı iki şeyi birbirinden korumaya bazen. Önce bedenimizin sınırları var mesela, bu öyle ki hem benin nerde bitip nerde başladığını, hem de ben ve diğeri arasındaki ayrımı var eden en temel şey. Evimizin içiyle sokağın sınırlarını belirleyen kapılarımız ve duvarlarımız var sonra, özel ve kamusalı incelikle ayırırlar. İş yerinin, okulun sınırları var, buralarda nasıl var olabileceğimizi gösteren. Psikoterapi odasının sınırları var bir de, bazen en çok iyileştirici olan da o sınırlar oluyor hatta. İç dünyası düzene bir türlü oturmayan, sabitlenmeyen bünyelere devadır psikoterapinin sınırları. Ama bu başka bir yazının konusu.
Sınırların en önemli tarafı dünyayı bir düzene koyma çabasını barındırması. Özellikle dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocukların en büyük ihtiyacı, dünyada bir düzen olduğunu, bu düzenin içerisinde güvende olabileceklerini bilmektir. Bu yüzden çocuklar sınırlara her şeyden çok gereksinim duyarlar. Çocukların, dünyalarını düzenlemek için yemek saatleri, uyku saatleri ve oyun saatlerine ihtiyaçları olduğu kadar nelerin yasak, nelerin uygun olduğunu bilmeye de ihtiyacı vardır. Bu nedenle hareketlenmeye başladıktan sonra her çocuk yapabileceklerinin ve yapamayacaklarının sınırlarını görmek için keşfe çıkar. Elini prize sokar, duvarları boyar, en sakındığınız eşyaya zarar verir, oyuncaklarını dağıtır ama toplamaz, her gördüğünü ister, topluluk içinde uygunsuz davranır… Bu listeyi sayfalarca uzatabiliriz.
Yapamayacağı her davranışında çevresindeki herkes tarafından aynı şekilde uygulanan net bir sınırla karşılaşmayan ve yaşına uygun bir yaptırım görmeyen çocuk ise kaygılanır, güvensiz hisseder. Dünya onun için hiçbir kuralın ve düzenin olmadığı, kaotik ve karmaşık bir yerdir. Bu nedenle bir çocuğa yapılabilecek en büyük kötülük, “biz demokratik ve özgür bir aileyiz” şiarıyla onu sınırların ve kuralların olmadığı bir yerde büyütmektir.
Sevgili hocam Prof. Dr. Ferhunde Öktem’in derslerinde sürekli altını çizdiği gibi; sınırlar aşı gibidir, uyguladığınızda can yakar ve çocuğu ağlatır ama uzun vadede onu korur.
İç içe geçmiş, kimin nerde bitip nerde başladığı belli olmayan ilişkiler bu kadar ortalıktayken, sadece çocukların değil, hepimizin sınırlarla barışması gerekiyor gibi. Partnerinden fiziksel/duygusal şiddet gören kadınların bedenlerinin ve kendilerinin sınırlarını çekmeye ihtiyacı var. Her şeyi beraber yapan, birbirlerinden ayrı alanları ve zamanları olmayan partnerlerin ayrışmaya ihtiyacı var. Evlenip ailesinin evinde veya yakınında yaşayan çiftlerin evlerinin sınırlarını yeniden düzenlemeye ihtiyacı var. Ebeveynlerinden kopamayan gençlerin bireyselleşmeye ihtiyacı var. Amirinin verdiği her işi yapıp sürekli fazla mesai yapan çalışanların iş tanımının sınırlarını sağlamlaştırmaya ihtiyacı var.
“Beni tanımlamak, bana sınır çizmektir” der Erasmus.
Ötekinin istilasından korunurken, ben olarak ötekiyle birlikte olmanın tek yoludur derim ben de. Sınırları seviniz, koruyunuz, yaşatınız. (ÖY/EKN)
[*] Ömer Hayyam’ın “Şarabın adı kötüye çıkmış, kendi hoş” dizesine selamla.