Aynı sözcükler yinelendiğinde başka anlamlar yükleniyor ne yazık ki… Ve değerini kaybediyor sanki o sözcükler.
Çok değil bundan birkaç gün önce William Saroyan'ın "Pazar Zeplini" hikâyesindeki küçük çocuğun "Sinemaya niçin gitmemeliyiz?" diye soran kilise papazının sorusuna "Sinemaya gitmemeliyiz; çünkü insan sinemaya gidince yaşadığı kasabayı sevmez oluyor, alıp başını gitmek istiyor buralardan..." diye yanıt veren çocukların bir başlangıcı olan, ama bir sonu olmayan cümleleriyle Mahsun Kırmızıgül’ün filmlerinde bende, yani bana kalanlarla "Gerçek insanlar yaşayamadığı için öldü" diyen Krzyszof Kieslowski’nin cümlelerine yer vermiştim.
Güneşi Gördüm ile başlayan ve Mucize ile devam eden Mahsun Kırmızıgül’ün sinemada “hikaye” anlatma yolcuğu yaşanmış hayata harflerimizle, sözcüklerimizle, kelimelerimizle, cümlelerimizle yeniden bakma gereği hissettiriyor.
Mucize filminde Mahsun bizi 1960’ların Türkiye’sinde Ege’den hiç bilmediği, hiç görmediği, dilini dahi bilmediği her şeyde bir “eksikliği” taşıyan Kürtlerin coğrafyasına sürgün giden bir öğretmenin peşinden alıp götürmüştü... Ve alıp götürürken de bizi daha filmin başında “gerçek yaşamdan alınmıştır” ara yazısıyla anlatılanın gerçekliğini artırma yolunu seçmişti.
Andre Bazin’e göre sinemada bütünüyle gerçeklik elde edilemez ve mutlaka kaçacak bir yer bulur... Ona göre sinema sanatı yalan söyler ve bu özelliğinden dolayı kınanmamalıdır. Çünkü sanatı bu yalanda saklıdır. Kınanması gereken zamanla sinemacının kendisinin de nerede yalan, nerede gerçeği söylediğini bilememesidir, bir zaman sonra yalanın dizginleri sinemacının elinden kaçar. Sinemacı bunun farkına varmazsa kendi gerçekliğini yitirmiş olur...
Şimdi hiç durmadan gidelim, hadi gidelim… Bir sözcük ayırsın bizi, bir sözcük de birleştirsin bizi diyerek bir başka öğretmenin Kürtlerin coğrafyasına sürgün gitmesiyle yaşadıklarını anlatan Erden Kıral’ın Ferit Edgü’nün aynı adlı romanından uyarladığı “Hakkari’de Bir Mevsim”ine yeniden bakalım/okuyalım/izleyelim.
"Kendimi bir gün aralarında bulduğum insanların konuştuğum dili hemen hemen hiç anlamadıklarını gördüğümde, onlara dilimi öğretmek yerine onların dilini öğrenmeyi, onların dilinden konuşmayı denedim..."
Her şey öğretmenin kayıp bir kente gitmesi, bir mevsim boyunca orada yaşaması ve kendini bulmasıyla başlar.
Her şeyin başladığı yer: Hakkâri'nin Peyanis (Pirkanis) köyü. Burada her yer karlarla kaplı... Burada kar durmaksızın insanların üstüne yağar.
Burada kar hayatın anlamı... Hak'ın kar'ıdır. Hak ve kar(i)...Ve insanlar karlarla kaplı dağlara sırtını vermişlerdir... Dağlara yaslanıp onda sırrını bulmaktan ona sırrını vermekten geçer her şey burada.
Burası Hakkâri'de bir köy... Mevsimlerden kış... Elinde çantası ile bir yabancı (Genco Erkal) hem de sürgün.
Film boyunca öğretmenin ismi hiç telaffuz edilmez. Bu şekilde seyircinin öğretmen ile ilgili bir ön yargı oluşturmasını engellenmek istenmektedir (kitapta da öğretmenin ismi geçmez). Belki de herkese aynı uzaklıkta olması için tercih edilmiştir bu isimsizlik.
Öğretmen, havada rüzgâr, tipi uğultusu, köpek havlaması, dibek sesleriyle elinde çantasıyla köye girer.
Köyün girişinde kurtlar öğretmene saldırır. Ramazan adındaki köylü, öğretmenin çantasını elinden alır ve beraber köy odasına giderler. Odada etrafı izleyen öğretmen, bilmediği bu yeni dünyayı tanımaya çalışır. Daha sonra köy halkı öğretmenin yanına gelir. Muhtar öğretmenle selamlaşır ve "Kalıcı mısın?" diye sorar. Çünkü bu "kayıp kent"te kimse uğramaz. Uğrasa bile hemen gitmek ister. Öğretmen yabancı olduğu bu yerde kalmakta kararlıdır ve "Kalıcıyım," der.
"Niçin geldim buraya? Nasıl geldim buraya? Sürgün müyüm? Kimin sürgünü? Başkaları mı sürdü beni yoksa... Hayatımın bir mevsimini burada yaşayacağım. Bu dört duvar arasında ve dışarıda karların içinde ve dışarıda insanların arasında. Gün ola hayrola..."
Öğretmen filmde sürekli kendi iç sesiyle hem kendisiyle hem de bizle konuşur, konuştukça kendini bulur.
"Nereden geldiğini, niçin geldiğini hiçbir işine yaramayacağını bildiği için hatırlamayan, hatırlamak istemeyen ben, ola ki bir gün burada kendimi ararken başkalarını bulacağım. Niçin olmasın..."
Okulu açar ama okul çaresizlik içinde. Okulu onarırlar ve çocuklar okula gelir. Ancak çocuklar kitapsız, deftersiz olduğu kadar ayakkabısız, çorapsız ve portakalsızdır da. Ne anlatacaktır ki onlara? Bırakın ortak bir yaşamı ortak bir dilleri bile yoktur. İki yabancı gibi birbirlerine bakarlar. Anadilleri olan Kürtçe ile konuşup bağıran, öğretmenin kendi dilinde “Defterlerinizi, kalemlerinizi çıkarın" dediğini anlamayıp Kürtçe "Na!" (hayır) diye cevaplayan “hiç deniz görmemiş” bu çocuklara denizi, ayı, güneşi ve dünyayı nasıl anlatabilecektir ki?
Kaldığı evin odasında bir sevgili fotoğrafı, anılar, sevgiliye yazılan ve sevgiliden gelen mektuplar varken dışarıda çocuk ölümleri, acılar, yoksulluklar, yoksunluklar, Zazi’nin (Şerif Sezer) gözyaşları ve haykırışlarını görüp de duyan öğretmen, bundan önceki yaşamını sorgulamaya başlar. Sorguladıkça daha önceki yaşamına olan kuşkuları artar.
Sevgilisi mektuplarında köy hakkında bilgi istemiştir ondan. Ama ona burayı nasıl anlatacaktır? Burasını anlatacak kelimeleri nasıl bulacaktır? Buraya gelmeden, burada yaşanmadan, bu acılara, yoksulluklara, çaresizliklere tanık olmadan buraları tanımak, tanımlamak, anlatmak mümkün müdür?
Sevgilisi ona "fotoğraf çek" der. Hangi fotoğraf bu gerçekliği yakalayabilecektir ki? Netliğini ayarlayıp Zazi'nin acısını, Halit'in Oramar düşünü, portakal yemeyen çocukların düşlerini, bu insanların acılarını, yoksulluklarını, çaresizliklerini, haksızlıklarını ya da kendi düşlerinin fotoğrafını çekebilir mi?
Yaşar Kemal bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket yoksulluktur, der.
İşte filmde o yoksulluğu anlatan, bize dokunan ve bizi hırpalayan anlardan biridir Alaeddin'in öğretmenden portakal istemesi. Çünkü duydukları fakat hiç yemedikleri portakala ulaşabilmek için öğretmenine kardeşinin hasta olduğunu, portakal yediği takdirde de iyileşeceğini söyleyen Alaeddin portakala "yalan" söyleyerek ulaşacaktır.
Hoca: Hayrola Alaeddin?
Alaeddin: Hoca benim kardeş çok hasta.
Hoca: Neyi var?
Alaeddin: Ateşi var çok.
Hoca: Dur sana bir ilaç vereyim.
Alaeddin: İlaç istemez hoca, sen ona bir portakal ver. Portakal yememiştir hiç.
Ve sonunda okul da, kış da biter... Bahar gelir... Yeni bir mevsim... Çocuklar kış boyunca ayı, güneşi, dünyayı, görmedikleri ve belki de hiçbir zaman göremeyecekleri denizi ve portakal yemeyi öğrenir. Öğretmen de, otlu peynir yiyerek, bebeklerin ölümünü, Zazi'nin acısını, portakal yemeyen çocukları görerek, Halit'in düşüne girerek, kendi kendisiyle konuşarak, yazarak ve yaşayarak öğrenir, yaşar ve kendini bulur.
Hiç beklemediği bir anda köye gelen müfettiş ona "Artık istediğin yere gidebilirsin!" dediğinde "Gidecek bir yerim yok," diyecek, çünkü nereden geldiğini unutacak kadar kendisi de oralı olmuştur artık.
"Sanki uzun yıllardan beri burada yaşıyorum. Yoksa burada mı doğdum ben, burada mı öleceğim? Hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Adeta uyuştum, unuttum her şeyi. Her şeyi; geçmişimi, kentleri, insanların acılarını..."
Kendisini ait hissettiği yere veda etmenin zamanı gelmiştir artık. Öğretmen çocuklar ile vedalaşmak için sınıfa gelir ve daha önce öğrettiklerini "unutun çocuklar" der… Çünkü anlattıklarıyla gördükleri başka bambaşka bir gerçekliktir.
Ve öğretmen köyün dar sokaklarından geçerek ilk geldiği yoldan, ilk geldiği günkü gibi dibek sesi ile geri döner.
Filmin ilk sahnesinde öğretmenin nereye gittiği kim olduğu belli değildi. Öğretmenin sırtı boşluğa dönüktü ve görünürde ne bir ev ne de bir yerleşim yeri vardı. Sadece bembeyaz doğa ve dağlar vardı. Sahnenin düzenlenişi de bir "kaybolmuşluk" duygusu vermekteydi.
Filmin son sahnesinde ise önde öğretmen, arka planda ise köy vardır. Sahnenin düzenlenişi bu kez bir "var olmuşluk" duygusu vermektedir. İlk sahnedeki kaybolmuşluk duygusu öğretmeni terk etmiştir artık. Öğretmen kendini bulmuştur. Ait olduğunu hissettiği köyü de sırtına almış gibidir. Tıpkı dağa yaslanıp sırrını onda bulan köylüler gibi. Artık nereye gittiğinin bir önemi yoktur. Geldiği yer daha önemlidir. Geldiği yani ait olduğu yer bir mevsim için yaşadığı, insanlarını tanıdığı, düşlerine girdiği ve benimsediği köydür.
Son söz ve son cümle olarak; İnsan nasıl ki insanın neşesiyse, sinema da insanın neşesidir... Kendine has hayal güçlerini, hikaye anlatma yeteneğini yitirmeyen ve kendisinin nerede yalan, nerede gerçeği söylediğini bilen sinemacılar olduğu sürece, onlar için her dem seyirci de olacaktır. (KT/EKN)