Son günlerde sıkça yaşadığımız ve masum insanların öldürülmeleri gibi eylemlerin gerçekleştirilmesinin hiçbir mantıki açıklaması olamaz. Askeri hedeflere değil de, sivil hedeflere ve masum insanlara yönelik olan saldırıların haksızlığı üzerine kimi yorumlar yapılsa da, bunun da fazla bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Esas olarak birilerini öldürme fiilinin sorunlarımızın çözümü için bir çare olduğunu düşünmediğim gibi, bu yöntemin de bir çözüm değil, tersine çözümsüzlükler ürettiğini, belki onarılabilecek bir şeyler varsa onların da önünü kestiğini düşünüyorum. Sırf politik bir pazarlık gücü elde edebilmek için, bir takım insanların hayatına son vererek ve geride gözü yaşlı masum insanlar bırakarak bir yerlere varılamayacağını, buna kimsenin hakkı olmadığını, kimsenin kendisine daha iyi yaşanılacak bir dünya da kuramayacağının bilinmesi gerek.
Bir yandan sınır içi/sınır ötesi operasyonlar, bir yandan sivil siyaset alanının sınırlandırılması, parti kapatılması, dokunulmazlıklar, yargılamalar, sivil anayasa, eve dönüş v.b. meseleler üzerinde tam da bir kafa karışıklığı yaşanılıp, bunlar üzerinden bir çıkış yolu aranırken, Diyarbakır'da yaşanılan katliam, zihinlerimizi ve düşüncelerimizi yeniden allak bullak etti. Öldürmekle nereye varılacaktı? İnsanları öldürmek neyi, hangi siyasi veya sosyal problemimizi çözecekti?
Yıllardır siyasi ve toplumsal problemlerin tahrip edici sonuçları hakkında nice metinler okumuş, yüreklere işleyen duygu yüklü anılar ve anlatılar dinlemişimdir. Geçenlerde Hale Akay'ın son dönemlerdeki gelişmelerden de etkilenerek yazdığı bir yazıyı ibretle ve aynı zamanda da içimi sızlatan duygularla okumuştum. Yazıda Robert Kennedy'nin, Martin Luther King'in ölümünden bir gün sonra yaptığı konuşma metninden yapıp aktardığı çeviriye de yer vermişti. R. Kennedy bu konuşmasında, aslında çoğumuzun ortak duygularını da dile getirmiş.
Yaşadıklarımız utandırmalı bizi
Akay, ABD'de yaşayan beyazlar ve siyahları, Türkiye'de yaşayan Türkler ve Kürtlere uyarlamak suretiyle, 'içinde bulunduğumuz duruma uyarladım' demiş. Hani bazen aklımıza takılıp da söylemekte geç kaldığımız veya söylemeyi beceremediğimiz bir düşüncenin, bir sözün, birisi tarafından söylendiği zaman, 'tam da dilimin ucuna gelmişti' sözleriyle ifade ettiğimiz gibi durumlarla karşılaşırız. Kendi siyasi serüvenim de dâhil olmak üzere, söylemek isteyip de söylemeyi akıl edemediğim, hatta bazen cesaret edemediğim çok zamanlar olmuştur.
Yaşadığımız şu günleri daha mükemmel bir şekilde ifade edecek kelimeler bulamadığım için, biraz haddimi aşarak, öncelikle de yazarın anlayış ve hoşgörüsüne sığınarak, sadece birkaç kelimeyi daha değiştirerek, Robert Kennedy'nin bu anlamlı ve güzel metnine burada yer vermek ve okuyucuyla paylaşmak istedim.
“Gün, utanç ve keder zamanıdır; Siyasetin günü değil. Bu mesele, sadece tek bir etnik kimliğin meselesi değildir. Şiddetin kurbanları, sadece Türkler ve Kürtler, zenginler ve yoksullar, ünlüler ve adı sanı bilinmeyenler değildir ve hepsinden de önemlisi, başka insanların sevdiği ve ihtiyaç duydukları insanlardır. Her nerede yaşarsa yaşasın ve ne yaparsa yapsın, hiç kimse şuursuzca dökülen kanın kime zarar vereceğinden emin olamaz.
Neden? Şiddet şimdiye kadar neyi başardı? Ne yarattı? Bu zamana kadar atılan hiçbir kurşun öldürülen tek bir kişinin bile davasını susturamadı.
Hiçbir yanlış, isyanlar ve sivil kargaşalar yoluyla düzeltilmedi. ... İster hukuk adına ister hukuka karşı gelme adına, ister tek bir kişi veya bir çete tarafından taammüden veya öfke sonucu bir şiddet saldırısıyla veya şiddete tepki olarak, ne zaman -Türkiye'de- bir insanın hayatına bir başkası tarafından anlamsızca son verilirse; ne zaman bir başka kişinin kendisi ve çocukları için, kendi elleriyle ve acı çekerek ördüğü hayatı için gözyaşı döksek, bütün bir ulus olarak alçalmaktayız.
Fakat giderek artan, insanlığın ortak değerlerini ve uygarlığın benzer amaçlarını göz ardı eden bir şiddet düzeyini neredeyse hoş görür durumdayız. Uzak/yakın topraklardaki insan kıyımlarına ilişkin gazete haberlerini sükûnetle karşılamaktayız. Sinemalardaki, televizyon ekranlarındaki, bilgisayar oyunlarındaki cinayetleri övmekteyiz ve buna da eğlence demekteyiz.
Sık sık gücün ve kaba kuvvetin kabadayılıklarından, tehditlerinden ve kullanımından onur duymaktayız; sık sık kendi hayatlarını başkalarının paramparça olan hayalleri üzerine kurmayı amaçlayanları mazur görmekteyiz. Ülkelerinin dışındakilere şiddet karşıtlığı vaazını verenler, bunu kendi evlerinde gerçekleştirmekte başarısız olmaktalar. Kendi davranışları ile başkalarını isyana davet edenler, onları bunun için suçlamaktalar.
Birileri günah keçileri aramaktayken, diğerleri komplo teorileri üretmekteler. Fakat açık olan bir şey daha var: şiddet de şiddeti besliyor ve baskılar da misillemeyi getiriyor. Bu hastalığı ruhumuzdan silebilecek olacak yegâne şey ise sadece tüm toplumda gerçekleşecek bir temizliktir.
Çünkü gecenin bir vaktinde atılan silah veya bomba kadar hızlı olmasa da aynı ölçüde ölümcül tahribat yaratan bir şiddet türü daha vardır. Bu, kurumların şiddetidir; kayıtsızlık, eylemsizlik ve yavaşça çürümedir. Yoksullara ıstırap veren, farklılıklarını gerekçe göstererek insanlar arasındaki ilişkileri zehirleyen de işte bu şiddettir.
Bu, bir insanın elinden diğer insanlar ile birlikte yan yana ayakta durabilme şansını alarak, o insanı yıkıma uğratmak demektir. Ve işte bu da, bize ıstırap veriyor.
Eğer bir insana kendi kardeşinden nefret etmeyi ve korkmayı öğretirseniz; O'nun etnik kimliği veya inançları veya amaçladığı politikalar yüzünden daha düşük bir insan olduğunu öğretirseniz, sizden farklı olanların sizin özgürlüğünüzü, işinizi veya ailenizi tehdit edeceğini öğretirseniz; o zaman karşılaştıklarında onlara kendileri gibi vatandaşlar değil; düşmanlar olarak, bir arada yaşanacak değil; hükmedilecek, boyun eğdirilecek ve efendilik yapılacak insanlar olarak bakmayı da öğretirsiniz.
En sonunda, kendi kardeşlerimize yabancılar gibi, birlikte bir kenti veya dünyayı paylaştığımız, ama bir toplumu paylaşmadığımız insanlar gibi; bize ortak bir yaşam alanı ile bağlı ama ortak bir amaç ile bağlı olmayan insanlar olarak görmeyi öğreniriz. Sadece bir ortak korkuyu, sadece birbirimizden uzak durmaya yönelik ortak bir arzuyu, sadece anlaşmazlığı güç kullanarak çözmeye yönelik ortak bir dürtüyü paylaşmayı öğreniriz. Bunların tamamı için nihai bir çözüm yok.
Hepimiz kardeşiz aslında
Yine de ne yapmamız gerektiğini biliyoruz. Vatandaşlarımız arasında gerçek bir adaleti sağlamak. Esas sorun, bunu gerçekleştirmek için hangi programları izleyeceğimiz değil, sorun kendi içimizde ve kendi kalbimizde var oluşumuzun korkunç gerçeklerini kabul eden bir insancıl amacın önderliğini bulup bulamayacağımızdır.
İnsanlar arasındaki yanlış ayrışmaların beyhudeliğini teslim etmeli ve başkalarının ilerlemesi yoluyla kendimizin de ilerleyebileceği yolları bulmayı öğrenmeliyiz. Çocuklarımızın geleceğinin başkalarının felaketleri üzerine kurulamayacağını kabul etmeliyiz. Bu kısa hayatın öfke veya intikam duygusu ile insanlığın ve hayatın ne yüceleceğini ne de zenginleşeceğini görmeliyiz.
Artık yaşadığımız topraklarda bu ruhun gelişmesine izin vermemek için bu gezegendeki yaşamlarımız oldukça kısa ve yapılacak iş ise çok büyük... Bunu tek bir program veya bir karar ile mağlup edemeyeceğimiz de kesin.
Ama belki, bir süre için bile olsa, bizimle birlikte yaşayanların kardeşlerimiz olduğunu, bizlerle birlikte hayattaki bu kısa anı paylaştıklarını; onların da bizim gibi amaçları doğrultusunda ve mutluluk içerisinde, hayattan elde edebilecekleri tatmin ve memnuniyetin peşinde koşan kişiler olduğunu hatırlarsak...
Böyle bir ortak inanç bağı, böyle bir ortak amaç bağı elbette bize bir şeyler öğretmeye başlayabilir; en azından, etrafımızdakileri bizim gibi vatandaşlar olarak görmeyi ve öğrenebilmeyi başarabiliriz. Ve elbette, içimizdeki yaraları sarmak ve kendi kalplerimizde yeniden birer kardeş ve vatandaş olmak için biraz daha fazla çalışmaya başlayabiliriz.” (ÜF/TK)
* Ümit Fırat'ın yazısı 9 Ocak 2007'de Yeni Şafak gazetesinde de yayınlandı.