Tuhaf bir ülkede yaşıyoruz. Gericiliğin, içgüdüsel davranışların ve arkaikliğin muhafazakarlık olduğu; muhafazakarlığın ise demokratlık olduğu; modernliğin ödünç alınan kültürlerin tüketilmesi olarak anlaşıldığı; birey olmadan bireyciliğin övüldüğü; hiçbir konunun sindirilerek konuşulmadığı; her türlü farklı olanın her türlü alandan ve her yolla yok sayıldığı; moderniteye ulaşamadan “postmodern” olunduğu – ya da öyle sanıldığı; geçmişin dizilerden öğrenildiği – ya da öyle sanıldığı; öteki olandan korku duyulduğu, çelişkilerle dolu ve tuhaf bir ülkedeyiz.
Pippa Bacca’ya saldırı, tecavüz ve yaşam hakkının elinden hunharca alınması, psikolojik, sosyolojik, her türlü alanda üzerinde durulması gereken bir utanç olayı. Geldiğimiz noktada, "Avrupa bize ne der" şeklinde bir hesaplaşmaya girmek yerine kendimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Bu olayın adını koymaktan artık çekinmemeliyiz. Barış eyleminde olan Bacca’ya tecavüz edilmesi ve ardından katledilmesi, Türkiye’de yaşanan siyasal, kültürel, sosyal kimliksizliklerle bir bütün içinde ele alınmalıdır.
Patriarkal sistemin sürekli yeniden ürettiği erkekliklerin yanı sıra ideolojiden uzaklaştırılmış, ideolojik bir aidiyetin sağladığı etik normların olmadığı bir lümpenlik ortamında şiddetin kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Sadece milliyetçilik ve din eksenine daraltılmış, düşünceyi bu iki kavramda odaklayan bir yapıda, toplumsal değerlerin gözardı edilmesi ve değersizleşen, kimliksizleşen insanların Hannah Arendt’in ifadesiyle oradan oraya savrulan, günübirlik yaşayan ve her türlü manipülasyona açık pre-modern davranışlarıyla yüzleşmek zorundayız.
Tüm bu etkenlerin bilincinde olunsa da burada olayın kültürel ve sosyal arka planının erkeklik üzerinden izi sürülmeye çalışılacaktır.
Erkeklik ideolojisi...
Nietzsche "Zerdüşt Böyle Dedi" adlı kitabında şöyle der: "Erkek savaşçı olarak, kadın ise savaşçıyı rahatlatmak için yetiştirilmelidir; bunun dışında her şey aptallıktır." Burada erkeklikler, "erkeğe" dair kültürel alışılagelmiş resimler, mitler ve algılar bütününü ifade ederken her zaman için "güçlü, şiddete yatkın, egemen, dayanıklı, saldırgan, bağımsız, aktif vb" nitelemelere referans verilir.
Erkeklik ideolojisi boyutuna getirilen bu idealler, normlar ve rol tanımlamaları günümüzde de oğlan çocuklarının toplumsallaşmalarında belirleyici olmakla kalmayıp, aile içinde, toplumsal ilişkilerde, görsel medyada, filmlerde, efsanelerde, hikayelerde ve yaşamın daha başka alanlarında toplum tarafından yeniden üretilerek yaşatılıyor.
"Erkek olmak", erkek stereotiplerinin, tiplemelerinin, erkek gündelik yaşamının, erkeklerin kendilerini bir yanılsama perspektifinden algılayarak hareket etmelerinin öznel pratiğidir. Bu bağlamda geleneksel erkeklikler, patriarkal toplumsal ilişkilerde erken toplumsallaşmada oğlan çocuklarına "güçlü ol ve gücünü göster", "adam gibi adam ol", "duygularını yansıtma", "katı ol ve almak istediğini al" gibi telkinlerle – özellikle de anneler tarafından işleniyor. Oğlanlar küçük yaştan itibaren egemen olma, zaptetme güdülerinin yoğunlaşmasıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Çevrenin belirlediği bu ortamda erkek, kendisine iletilen yargıları birer dogma olarak içselleştirir, şiddetli ve saldırgan davranışları olağanlaştırır.1 Erkekliklerin oluşturduğu ortamı Kaufmann söyle tanımlar: "Erkek şiddetinin yeşerdiği alanlar, egemenlik ve denetim temelinde gelişen toplumlardır. Her ne kadar bu denetim bireysel baba rolü, yani patriarkal yapı ile sembolleştirilse de, burada vurgulamamız gereken husus, otorite, egemenlik ve denetim şeklinde tezahür eden patriarkal yapıların hem sosyal, ekonomik, siyasal ve ideolojik eylemlerimizi, hem de çevremizle ilişkilerimizi belirlediğidir." 2
Cinsel şiddet patriarkal eğitimin doğal bir sonucu
Dolayısıyla cinsel şiddet öncelikle patriarkal eğitimin doğal bir sonucudur ve oğlan çocuklarının büyüdüklerinde denetim altına alınmaları oldukça güçtür. Çünkü insan, fiziki gelişmesi sürecinde, cinsiyet temelinde oluşturulan bir dizi sosyal davranış ve ilişki biçimini üstlenir ve içselleştirir ve sosyal alanda öğrenilen erkeklik ise ileriki yaşlarda yeniden üretilir.
"Gelişmiş" erkek, diğer insanlar -kadınlar ve "güçsüz" erkekler- üzerinde egemenlik kuran, onlar üzerinde gücünü göstermeye bir varlık haline gelirken, kendi duygularını dışa vurma becerisinden de yoksun kalır.3
Denetim altına alma, güdüsel davranışların arka plana itilmesi ise toplumun "büyümüşlüğü"yle ilintilidir. Ülkemizdeki tuhaflığın temel motifleri de işte bu büyüyememişliklerde aranmalı. Son dönemde yaşanan şiddet olayları, kültürel boyutta, eğitimde, algıda ve pratikte kadının eşit olmaması temelinde oluşturulan bir iktidar sisteminin cinsel şiddete zemin hazırladığının açık bir göstergesi.
Bu nedenle cinsel taciz, cinsel şiddet ve her türlü cinsel saldırı, var olan ve kadını aşağılayan rolünü önce yapılandıran, sonra statikleştiren ve/veya başka amaçları doğrultusunda araçsallaştıran egemenliğin aracı.
BM nüfus raporuna göre (2000), dünyadaki her üç kadından biri bir erkek tarafından dövülmüş, tecavüz edilmiş ya da başka yollarla şiddete maruz kalmıştır. Cenevre’deki Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi (DCAF) merkezinin 2005'te hazırladığı rapora göre, erkek şiddeti sonucunda yaşamını kaybeden kadınların sayısı 20. yüzyıldaki tüm savaşlardaki kayıplardan daha çok.
Merkezin başkanı Theodor Winker şöyle diyor: "Kadına yönelik şiddetin kökleşmiş bir fenomen olması, insanlığın en büyük suçlarından birisidir. BM verilerine göre, beklentilerin aksine dünyada 200 milyon daha az kadın yaşıyor. Kadınların sayılarının geriye gitmiş olmasının nedeni, öldürülmüş olmaları."4
Cinsellik erkeğin egemenlik ihtiyacını karşılamak için araçsallaştırılıyor
"Normal" erkek toplumsallaşmasında iktidar ve egemenlik talebi körükleniyor – bu eğilim sadece ülkemiz için geçerli değil. Cinsel erkeklik toplumsallaşmasında ise hala kadının aşağılanması, yönlendirilmeye ihtiyaç duyan bir varlık olarak görülmesi anlayışı hakim. Kadını "fethedilecek", "kullanılacak" bir meta olarak görmek aile içinde, okullarda, gündelik yaşamda, dilin kullanımında, erkeğin "reisliğini" tasdik eden dinsel motiflerde, iş yerlerinde sürekli tekrarlanan bir anlayış olması nedeniyle, kadına yönelik fiziksel ve dil temelindeki cinsel taciz, iş yerlerinde cinsel motifli mobbing (iş yerinde psikolojij taciz) vb, onur kırıcı bir eylem olarak görülmüyor, hatta "erkekliğin" bir gereği olarak değerlendiriliyor.
Dolayısıyla cinsellik, erkekliklerin iktidar taleplerini, dürtüselliklerini, egemenlik ihtiyaçlarını tatmin etmeleri doğrultusunda araçsallaştırılıyor. Güç ve iktidara yönelik bu erkeklik yanılsamasında cinsel taciz ve saldırıyla karşılaşan kadın, erkeğin "büyüklüğünü" tasdik edecek konumda görülebiliyor.
Bu güç gösterisine ve şiddete eleştirel yaklaşan erkeğin krize girmesi ise doğal. O artık "tam bir erkek" değildir, "zayıftır" vs. Erkek egemen kültürlerde erkekliğe dair normatif algı, erkek gücünün öne çıkartılması olduğundan, ona yönelik her türlü eleştiri, "feminen" olmakla suçlanmayı getirebilir. Korku, zayıflık gibi belirtileri olan erkekler bu çerçevede reddedilir.
Böylesi bir ortamda şiddet ve tecavüz gündelik yaşamda erkekliğin saldırgan bir ifadesidir. Dolayısıyla her türlü cinsel taciz, şiddet ve tecavüzün, erkek güdüsünün dışa vurumu olduğu, bu durumda erkeğin iradesiz bir kurbana dönüştüğü ve erkeğin doğası gereği arkaik güdülerini yaşamak zorunda olduğu vurgulana gelir.
Kadına karşı cinsel şiddet cinsiyetler arası siyasal ilişkilerin ifadesi
Böylesi bir "erkeğin içindeki hayvan" teorisi, cinsel şiddetin patriarkal yapıyla ilişkisini gizlemeye yarar. Kadına karşı cinsel şiddet, erkek cinselliğinin bir yansıması değil, kadına karşı erkeklik temelindeki cinsel saldırganlığın ve düşmanlığın pratiği ve dolayısıyla cinsiyetler arası siyasal ilişkilerin de açık bir ifadesidir. Zira olası bir tecavüz tehlikesinin bilincinde olan kadının davranışları ve kimliğinin oluşumu sınırlanmaktadır. "Tecavüz insanlık tarihinin başından itibaren önemli bir işleve sahiptir. Tecavüz, tüm erkeklerin tüm kadınları sürekli bir korku durumunda tuttukları bilinçli ve aşağılayıcı bir yöntemdir." 5
Tecavüz erkeğin cinselliğinden çok, kadına karşı öfkesini ve egemenliğini gösterir. Ruth Seifert, biyolojik temelde ele alınan erkeklik şiddetine karşı çıkarken, tecavüzün hangi toplumlarda daha fazla olduğunu araştırmıştır. Bu tasnife göre, erkek egemenliğinin ideolojik boşluklardan dolayı sorgulandığı ve toplumsal değerlerde bir çöküşün yaşandığı toplumlarda tecavüz sık rastlanan bir şiddettir. Seifert’e göre tecavüz "sosyal ve kültürel bağlamda düşünülmesi gereken bir davranıştır. Tecavüzün toplumsal işlevine dair araştırmalar, onun cinsiyetler arası eşit olmayan iktidar ilişkilerini düzenlediği görülmektedir. Tecavüz, cinsiyetler arası belli bir kültürel düzenin devamlılığını sağlamaya hizmet eder."6
Tekrar bize dönecek olursak; son zamanlarda artan şiddet olaylarını rastlantısal ve bireysel patolojik vakalar olarak bir süre tartışıp unutmak, sorunu sadece ertelemeye hizmet edecek. Yapılması gereken, şiddetin tüm boyutlarını – siyasal, söylemsel, sosyal, kültürel, ekonomik ve ideolojik – irdelemek. Doğal olarak bu irdeleme toplumun karanlık labirentlerine dalmayı zorunlu kılıyor. Nihayetinde biz kadınlar, şiddete karşı çıkan erkeklerin, şiddetsiz erkeklik oluşumlarına katkıda bulunabiliriz. (HOİ/NZ)
* Doç.Dr. Hilal Onur İnce, Hacettepe Üniversitesi, Siyaset Bilimi Bölümü
1. Heiliger, A. & Engelfired, C. 1995. Sexuelle Gewalt. Männliche
Sozialisation und potentielle Täterschaft. Frankfurt/M.
2. Kaufmann, M. 2001. Die Konstruktion von Männlichkeit und die Triade
männlicher Gewalt. In: BauSteineMänner(Hg.): Kritische Männderforschung.
Neue Ansätze in der Geschlechtertheorie. Hamburg, S.144
3. Lenz, H.-J., 2001. Mann versus Opfer? In: BauSteineMänner(Hg.):
Kritische Männderforschung. Neue Ansätze in der Geschlechtertheorie.
Hamburg, S. 362-3
4. www.orf.at
5. Brownmiller, S., 1980. Gegen unseren Willen. Vergewaltigung und
Männderherrschaft. Frankfurt/M., S. 22
6. Seifert, R., 1993. Krieg und Vergewaltigung. Ansätze zu einer Analyse.
In: Stiglmayer, Alexandra (Hg.): Massenvergewaltigung. Krieg gegen die
Frauen, Freiburg i. Br., S. 89