Pazardan bir kilo çilek, bir kilo vişne aldım. Yıkayıp biraz suda bıraktım. Çileklerin toprağı, taşı gitsin, diye.
Tatlıyı seviyorum ama ölçüyü kaçırdığımdan, hemen kilo alıyorum! Ben de, madem meyveler şekerli, onlardan bile az yememiz isteniyor, niye doğrudan reçel olmasınlar, bir de şeker eklemeye ne gerek var, denemeli yani, dedim.
Hem böylece, kafamdaki reçel yedim, bir reçel bile yiyemedim tartışmasına son verecektim. Geçen yıl gittiğim diyetisyenle yaptığım reçel tartışmalarının ne kadar boş olduğunu, neden şekersiz reçel yapma fikrinin daha önce aklıma gelmediğini kendime soruyordum.
Bu "parlak" fikrimle övünüyordum. Hem de deney yapmanın zevkine varmak, ipin ucunu epey kaçırarak en hayati, olmadık meselelerde bile deneyip sonuçlarını görme eğilimimi tatmin etmek için sabırsızlanıp heyecanlanıyordum. Bol bol reçel yiyebilecektim.
Reçel yapmakta en az bunlar kadar önemli bulduğum bir başka konu ise, hep özendiğim, "reçel yapmayı bile bilen" kadınlar kervanının ucuna takılabilme umudumdu. Onları, kervandakilerin yaptıkları gibi "temiz ve kuru" kavanozlara koyup camın önüne, (güneşe miydi yoksa?) sıralayacaktım. (Sanırım bu bilgi yanlıştı, buzdolabına koyacaktım.)
Kavanozları yan yana sıraladıktan sonra, bir yerlerde (hemen her yerde) , olağan bir ses tonuyla, "dün reçel yaptım," diyecektim.
" Ne reçeli yaptın canım?" diye soracaklardı.
Gene olağan bir sesle,
"Çilekle vişne," diyecektim.
"Hem de şekersiz!", diye ekleyecektim.
"Şekersiz mi? Hiç şekersiz reçel olur mu?" diye soracaklardı.
Annemse bu soruya,
"Hiç öyle şey duymadım yani" yorumunu ekleyecekti.
Babam,
"Şekersiz reçel ne demek kızım?" diye açıktan büyük sorusunu patlatarak beni sözde ters köşeye sıkıştırmaya çalışacaktı.
Bu soruları nasıl yanıtlayacağımı elbette bilmiyor, yanıtı ben de merak ediyordum.
Reçel sözcüğü hemen şekeri, tatlıyı çağrıştırıyordu. Şekersiz, diyerek çok mu iddialı bir isim koymuştum? Acaba "yalancı reçel" filan mı demeliydim?
Tabanı kalın, iki geniş tencereye süzgeçteki meyveleri boşalttım. Azıcıktan bir şey çıkmaz, tarifini sormazlarsa da şeker koyduğumu hiç söylemem deyip, kısa sürede bozulmalarını engelleyeceğini düşünerek üzerlerine biraz toz şeker serptim. Kapaklarını kapatıp, su ilave etmeden hafif ateşte pişmeye bıraktım. Kapaklarını açmazsam içindeki buharın uçmayacağını, bu biçimde kendi suyunda pişebileceğini bile bile, sık sık pişiyorlar mı, diye gidip gelip kapakları aralayarak, "meyvelerin reçel oluş sürecine" baktım. Bu arada çileğin fazla suyunu görünce telâşa kapıldım, bu kez su uçsun diye bir süre ısıyı artırıp kapağı açık bıraktım.
Çileklerle vişneler yumuşayınca, ikisine de biraz limon sıktım. Birkaç dakika daha kaynattıktan sonra ocağı kapattım.
İkisinin de sıcak sıcak tadına baktım, nefislerdi, küçük bir çay tabağına çilekten koydum, akşam haberlerine az kalmıştı, hızla bir dilim ekmeğe reçel sürüp, zevkli bir izleyici olarak, haberleri seyretmek üzere, üstelik gururla televizyonun karşısına oturdum.
Reçelli ekmeğimi ısırmak üzere ağzıma götürüyordum ki, televizyonu açar açmaz, BBC"nin "No Comment" (Yorumsuz) yazısındaki sessizliğin ardından, benimle ve gazeteciyle aynı cephede, uzattıkları silâhların ucu göründüğünden, kendileri de odada, hemen önümdeymiş gibi duran polisleri ve karşımdan bir toz bulutunun içinden uğultuyla çıkıp koşarak kurşunların üzerine doğru gelen insanları gördüm. Kararlılıkla yaklaşıyorlar, takırdamaya başlayan silâhların üzerine doğru, önlerindeki kırlık boş alanda alabildiğine koşuyor, hızla düşüp ölüyorlardı.
Silâhlar susmak bilmiyordu, Güney Afrika"da, Johannesburg yakınlarındaki bir maden ocağının grevdeki işçileri olduğunu sonradan öğrendiğim bu insanlar, sanki yaşamak için ellerinden gelen her şeyi yapıp tüketmişlerdi de son çareleri yaşamak için ölmekmiş gibi ya da başkalarının yaşaması için ölmeleri gerekiyormuş gibiydi.
Ölümün üzerine gelen bu adamlar, yüzlerini hiç de yabancısı olmadıkları toprağa çevirdiklerinde, işte o zaman, yaşamlarımız bir yerlerinden çatlıyordu.
Bu dehşet verici an'ı kas katı kesilerek, aniden düştüğüm zamansız, uzamsız, acı veren çaresiz bir boşluğun içinden izliyordum.
Gözüm, hâlâ ekmeği tutan havadaki elime kaydığında, en önde yatanlardan birinin elini hafifçe kaldırdığını gördüm. İleriye uzanmak istedi, son devinimiydi, yapamadı, el yavaşça yere düştü.
Kim bilir, belki uzanmak istediği bir silâhtı. Belki de bir şey söyleyecekti. Reçelli ekmeklerimizi, akşam yemeklerimizi afiyetle yerken bize maden ocaklarını, açlığı, cepheleri, dağları, karakolları işaret edecekti. Çok bir şey değil, belki en azından aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini ve ölümün rakamlardan öte bir anlamı olduğunu düşünmemizi isteyecekti.
Onlar, belki, ölümüne taranacaklarını ummamışlardı ama çok şeyi göze almışlardı.
O genç siyah oğlan, o elini bize uzatmak isterken uzatamayan, her feda edişin bir anlamı olduğunu, her şeyi ardında bırakabilme yüreğinin yüreklerimizin derinlerinde duyumsanmayı hak ettiğini söylemek istedi. İsteyerek ölüme gidişte, beğensek de beğenmesek de bir mana arayışı vardır, demek istiyordu belki.
Gördüğüm, sadece bir savaş filmi olsaydı keşke, diyordum. Keşke bu görüntüleri çeken, silâhların yanı başında durmasaydı da bizi polislerin arkasında tutmasaydı. Başka bir açıdan çekseydi, bu dehşete ortak oluyor gibi olmasaydık, en azından düşenleri asla tutup da yerden kaldıramayacağımız, gidip başlarını okşayamayacağımız konumumuzu hatırlatmasaydı.
Kaskatı kesilen bedenim, havada asılı kalan elim nice sonra çözüldü. Kendimi sokağa attım. Hızlı hızlı yürüyerek, unutmaya çalışan bir zihnin çaresiz aceleciliğinde, sanki bir yerden kaçıyor ya da bir yere yetişmeye çalışıyordum.
Gene hayatım değişmişti, her gün olduğu gibi hayatım, duyduğum haksız ölümlerin gölgesinde giderek kararıyordu.
Hiçbir şey yapamamanın bir işe yaramayan utancıyla ve o büyük soruya, hayat nedir, sorusuna bir anlamlı yanıt bulamadan, anlamsız bir biçimde ben de bir gün ölüp gidecek miydim?
Hiçbir şey diyemesem, belki soranlara, "ama hayat her şeye rağmen güzel, tatlı" filân diyecek olanlara, üzerlerine çok da karanlık yapmamaya çalışarak, en fazla," yalancı reçel"dir hayat ya da şekersiz bir reçeldir hayat, diyecektim.
Saçma bir şey, yani. (ZB/HK)