1999 yerel seçimlerinde Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) 36 belediyeyi kazandığında o zamanlar küçük bir ilçede yavaştan politik ve siyasi bilinçlenmenin olduğu liseye başlamıştım sanırım. Yaşadığım ilçeye 70 kilometre mesafede olan başka bir ilçenin HADEP’li belediye başkanının da işçiler ve amelelerle beraber harç kardığı, elinde kazma kürekle çalıştığı söyleniliyordu. 70 kilometre ötede kanat çırpan HADEP kelebeğinin kanatları, sosyal medyanın daha icat edilmediği ve internetin sadece bir kafede olduğu bir ilçenin kahvehanelerinde pervane etkisi yapıyordu. Kuşlar yerine kelebekler postacı olmuştu. Bir belediye başkanının işçilerle beraber harç karması bana da çok fantastik geliyordu, çünkü yaşadığım ilçede ağa çocuğu olup önceki dönem sağ partiden belediye başkanı olan kişi için de yılbaşında ilçedeki ilk ve tek, asansörlü kendi binasında dansöz oynatıyor diye bir şehir efsanesi dolanıyordu ama aklım amelelik yapan belediye başkanında idi. Demek ki ‘partîya kurmancan’ (Kürtlerin partisi) yeri gelince amelelik de yapıyordu.
Yıllar yıllar sonra, 1999’daki seçimde Amed’de olan bir yakın arkadaşım, HADEP’in Amed Büyükşehir Belediyesi’ni kazandığının ertesi günü, halkın aylarca ve hatta yıllarca vermediği su borcunu ödemek için belediyenin su tahsilat bürosu önünde sıraya girdiğini söylemişti. Belediye artık bizimdi, yıllarca ödemediğimiz su borcunu artık ödemeli ve belediyemizin bütçesine katkıda bulunmalıydık fikri hâkimdi. Yine arkadaşımın aktardığına göre, hortumu eline alıp bütün caddeyi ve sokağı sulayan esnafa da “Bu su artık halkın içme suyudur, israf etme” diye eleştiriler geliyordu. Bir belediye başkanının, halk nezdindeki ‘amel defteri’nde amelelik yapması yıldızlı pekiyi anlamına geliyor; istersen günah işleyebilirsin ama “ateşe dayanabildiğin kadar” mottosu da “ateşten eleştirilere dayanabildiğin kadar sokağı sulayabilirsin” mottosuna dönüşüyordu. Kendi alanlarında model olarak birbirini tamamlayabilecek iki yaklaşım.
Kürt ve Kürdistan tarihinde telaffuz edilince birkaç saniye olsa bile sessiz kalıp saygı duruşuna geçmek gereken veya yutkunmak gereken kelimelerden bir tanesi de, dağdır. Asi ve engebeli coğrafyalarda yaşayanların yürüyüşleri, ovada yaşayanların yürüyüşüne nazaran, dizden kırılarak ve ağırlık merkezini dengelemek için öne doğru eğilerek yapılır. Tarih boyunca işgalcilere karşı diz çökmeyen Kürtler, sığındıkları dağlarda hayatta kalmak için dizlerini kırarak yürümek zorundaydılar. Çünkü dağda yürümek bunu gerektirirdi. Yine işgalcilere karşı eğilmeyen Kürtler, sığındıkları dağlarda hayatta kalmak için öne eğilerek yürümek zorundaydılar. Tekrarlarsak, çünkü dağda yürümek bunu gerektirir. Dağ buysa, Dêrsim Katliamı’nda beş sene boyunca dağları mesken ederek direnen oğlu çatışmada ölünce “Dağların anahtarını kaybettim” diyen Demenanlı Hemedê Mirzê Silî’nin bu sözünün insanı nefessiz bırakabileceği ve dağın anahtarının ne anlama gelebileceği herkesçe aşikâr sanırsam.
Dağın anahtarı direnişse, şehrin anahtarı neydi peki? Örgütleme, örgütlenme, kendi kendini yönetme ve verdiği bedelleri kazanıma çevirerek kazanımlarını genişletme ve yükseltme öne çıkan cevaplar oluyor. Şehirdeki bütün mücadeleyi ve direnişi, yerel yönetimcilik veya belediyeye endekslemek gibi bir şey dememekle beraber bu fikre de yeterince karşı olduğumu belirtmek isterim. Fakat enzim ve substrat etkileşimi gibi, etkileşimden sonra enzim kendisi gibi kalarak substrat ise ürün olarak ortaya çıkıyor. Halk + yerel yönetim tepkimesinde, halk kendisi gibi kalırken, araç olan substrat ise ürüne dönüşüyor.
Mademki şehirlerin bir anahtarı da direniş sonucunda kazanılmış belediyelerdi, bu anahtar hangi kapıları açabilirdi bize? Belediyelerin ve yerel yönetimlerin makro önemliliği konusuna girmeden, cevher ve öz bakımından, iradeleşmenin, kendi kaderini tayin hakkının ve kendi kendini yönetmenin kuluçkası olduğunu belirtebiliriz. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar denklemini, halk mı belediyeyi ortaya çıkarır veya belediye mi halkı ortaya çıkarıra paralel olarak, nasıl ki tavuk yumurtaları üzerinde kuluçkaya yatarak bir süre sonra bir ordu bile kurabilecek bir duruma geliyorsa, belediye de halkı üzerinde kuluçkaya yatarak yine örgütleme ve örgütlenme anlamında bir ordu kurabilir.
İslamiyet’in doğuşunu anlatan ‘Çağrı’ filminin müziklerini yapan Maurice Jarre’ye film müziklerini yapma teklif edilince, Jarre bu teklife çölün atmosferini ruhunda hissetmek için, çölün hiç kimsenin olmadığı bir yerinde tek başına kalıp müzikleri bestelemek istediğini söyler. Nitekim öyle de olur ve Jarre çölün ıssız bir yerinde tek başına bir çadırda yaşayarak ‘Çağrı’ filmine müzik besteler. O müzikler sonrasında Oscar ödüllerinin müzik dalında da aday gösterilir. Bilge’nin insanlığın ve toplumun ruhundaki iltihaba, kangrenleşmiş ve kurtçuk yuvası olmuş yaraya neşter vurma etkisindeki sözüdür “Hazineler kaybedildiği yerde aranır.” Çöl yalnızlığını, ayakların kumdan aldığı frekansı hissetmeden, çöl fırtınalarına şahit olmadan, çöl müziği yapılamazdı. Aidiyet, özle iletişim kurma, kendini çeperden öze transfer etme, kendi konfor alanını intihar etmeden de hazineye ulaşamazdı. Aynı şey belediye başkanının amelelik yapmasına da çıkar. Tarihte ona hep amelelik yaptırılan, egemenlerin “Bu halk her zaman amele kalmalı” anlayışına inat, biri çıkıp hazineyi kaybettiği yerde arıyordu, “Amele statüsünün üzerine çıkmamalı” denilen halka amelelik yapıyordu. Amele edilmiş ve ona amelelik reva görülmüş bir halka amelelik yapmak, eksi ile eksinin çarpımı gibiydi, yani artı.
Yazar Murat Özyaşar’ın ‘Sarı Kahkaha’ adlı öykü kitabında şöyle kısa bir öykü geçer: Gece Kamil adlı arkadaşını arayan kişinin telefonuna Kamil’in annesi çıkar ve “Kamil uyuyor” der. Ertesi gün telefon eden kişi Kamil’i görüp, “Senin derdine inanmıyorum” deyince Kamil buna şaşırır. Telefon eden kişi şöyle der: “Annesinden önce uyuyanların derdine inanmıyorum.” Bunu yerel yönetimler, belediyeler, kendi kendini yönetmeye uyarlarsak ve “Halkından önce uyuyanların derdine inanmıyorum” dersek acaba altından kalkabilir miyiz? Böyle bir uyarlama çok mu zorlama veya absürt, bunu da konuşmak gerek. Her bir düğümünün altında mayın olan bu denklemde, mayınları patlatmadan düğümleri çözmek büyük bir hüner olduğu kadar, ortaya çıkan mayınlara kimsenin basmaması için etkisiz hale getirmek daha büyük hüner.
Örnekler ve temsiller çok uç gelebilir, olamamazlığın teorisini propaganda ediyorum gibi bir şey de düşünülebilir ama birazdan olamamazlığın ve yapılması imkânsız gibi görünen bir şeyin, bal gibi olabileceğini ve olduğunu sunacağım. Bu minvalde bir örnek daha vereyim. Jean Paul Sartre, Frantz Fanon’un kült eseri ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ne yazdığı önsözde, “Yeni bir kuşak geldi ve sorunun konumunu değiştirdi” diyordu. Kürdistan’da kuşak ve sorunun konumunun değişmesini daha geniş ve farklı bir çerçevede ele almak gerekir zaten. Yalnız önümüzde şöyle bir işaret fişeği de var. Bu yazı yazıldığında 31 Mart 2024’te yapılacak yerel seçimler için DEM Parti 11’i il toplam 90 merkezde yapacağı önseçimlerin çoğunu yapmıştı. İtirazların veya teknik aksaklıkların olduğu yerlerde de ikinci defa önseçim yapıldı. Bazı yerlerin ikinci tur seçimleri de yapıldı. Önseçimlerden önce DEM Parti Van, Amed ve Mêrdîn Büyükşehir Belediyesi Eş Başkan aday adayları canlı yayında kendilerini tanıtmıştı. Bu hamle olamamazlığın, yapılması imkânsız olanın ve şimdiye kadar hiçbir yerde yapılmamış olanın kalesine atılmış en büyük gol olarak tarihe geçti şimdiden.
Kaba haliyle iki yüz yıllık Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin bütün kuşakları her defasında sorunun konumunu değiştirerek, ufku bir metre bile olsa ileriye taşıdı. Son elli yılda ise ortalama olarak her on, on beş senede bir ortaya çıkan kuşak ise ‘soru’nun ve ‘sorun’un ‘konu’ ve ‘konum’unu değiştirmekle kalmadı, ‘soru’nun ve ‘sorun’un kendisini bile değiştirdi. Bu haliyle son sekiz senemizi esir alan kayyım rejimi konumunun da değiştirilme zamanı gelmiştir. Bu sadece -meli, -malı gibi gereklilik kipinde kurulan bir cümle değil. Bardağı taşıran son damla olarak değil, Pisagor’un Bardağı’ndaki gibi bardağa eklenen son damlanın bütün bardağın boşalmasına sebep olması gibi okunmalı.
Bir helezonik yaya baskı kurup ezmeye ve sıkıştırmaya kalkarsanız, ezme kuvveti ile yayın gösterebileceği refleks eşit olur. Ama ne zamanki ezme kuvveti yayın direncini kırmaya başlarsa, işte o zaman yayın göstereceği direnç ve kinetik enerji, ezme kuvvetinin iki, üç veya daha fazla katı olabilir. Bir oku yaya takıp, oku ne kadar geriye çekerseniz ok da o kadar uzağa fırlar prensibi gibi. Bir yerden sonra okun her bir santim geriye çekilmesi, okun beş metre daha uzağa düşmesi anlamına gelir.
Kayyım rejimi de irademizi bir yere kadar ezdi ve sıkıştırdı ama bu sıkışmanın kendinde topladığı enerji ve tabandan aldığımız güçlü destek, kayyım rejimini tavana fırlatabileceğimizi gösteriyor. Halk için ameleliğe dönüş, belediyenin sorumluluğu altında bulunan suya halk tarafından sahip çıkılması, çölü anlamak için çölde çadır kurar gibi halkın istek ve taleplerini de bilmek için halk içinde çadır kurmayla ve halkın bütün dinamiklerinin katıldığı önseçimlerle şehirlerimizin kendini yönetme anahtarlarını tekrardan elde edebiliriz.
Kayyım rejimi son sekiz senemizi bir ok gibi germişse, gerilmenin topladığı enerji kayyım rejimini en az sekiz yüz kilometre öteye fırlatacaktır. Kesin bilgi, yayalım!
(EL/VC)