10 Mayıs günü yazar arkadaşım Gökçe Bilgin’le birlikte “Hafıza ve Mekân” üzerine konuşmak, sonra da kitap imzası için Eskişehir Yunus Emre kitap günlerindeydik. Onbeş yıl kadar önce de bir sivil toplum programı nedeniyle gitmiş, sonrasında bir yazı da yazmıştım.
Hafıza’nın mekânla olan illiyet bağını konuştuk Eskişehir’de. Örnekler verdik. Fotoğraf karesinin izdüşümünü, sözlü tarihin geride bıraktığı kısmen “nostalji”yi aslında bugüne, bellekten geriye kalanı dillendirdik.
Program öncesi ve sonrası şehrin yeni ya da yenilenmiş yüzü / yüzlerini gezdik mihmandar ve evsahiplerimizle*. Daha önce görmediğim yerleri ve tabi ikinci kez görmüş olduğum yerlerle bir daha yüzleştim.
Evet, bir şehri adeta yeniden yaratmak ve yaşayanı ile yaşamak isteyenine sunmak derseniz işte, örneği orada duruyor. Taliplisine gayet seçili iyi bir örnek olarak “ben buradayım” diyor.
Peki sorabilirsiniz ‘yazıyı yazdığın 2008 yılından bu yana algında ne değişti’ diye. Kimi düşüncelerim pekişti, özellikle Odunpazarı beldesinden yana. Çünkü beni ilgilendiren yeni yüz, yeni çehre değil! Hafıza ve Mekân üzerinden hikâyenin zuhur ediş hâli mesela…
Elbette yeni yüzler de soluk alma mekânları. Bilim, Sanat, Kültür Parkı bunun en somut örneği sanki.
Ama benim için Odunpazarı’ndaki Modern Müze en anlamlı olandı. “Maziye Bak, Mevzu Derin” diyordu. Yüzleştiriyordu tüm travmalarımızla hepimizi. “Buralı, Buralı değilim burada yaşıyorum, O buralı değil burada yaşıyor, Onlar buralı değil burada yaşıyorlar, Diğerleri de buralı değil burada yaşıyorlar, Buralılar dahi buralı değiller” diye yazıyordu ahşap merdivenlerin basamaklarında!
Duvarda flu bir hayli modern çiftin fotoğraf karesi, önünde gündelik iş kıyafetleriyle halay çeken üç insan: “Bahan (bana) bak ne haldayam, yara bax (bak) ne sallanî (sallanıyor)” der gibi.
Sözü uzatmadan 4 ekim 2008’de yazdığım “Eskişehir Ne kadar eski” yazımı bir daha paylaşmış olayım…
“….
Eskişehir adı her geçtiğinde nedendir bilmem, askerde bize dayatılarak ve de en gür seslerimizle söylettirilen ‘Eskişehir Marşı’nı anımsarım. İnsan belleği böylesine bir algıya sahip olsa gerek. İnsanın hayatının bir döneminde belleğe yerleştirilenler, isteseniz de bir türlü kazınıp atılamıyor.
Bir şehrin, çoğu kez ritmiyle söylettirildiği ya da söylettiklerinin dışa dönük algısıdır belki de kendini ele veren.
Ya da dile getiren;
Eskişehir, Eskişehir
Yalçın kaya zaferin
Kalelerden çok kuvvetli
İçindeki askerlerin
Sabah koşusunda teğmen ‘Eskişehir Marşı! Başla…’ dediğinde, hançeremiz patlarcasına başlardık marşa ve sabah sporuna…
Eskişehir’deydim yakın günlerde. Bir dostum paylaştı. “Başkaca ne bekliyordun ki! En fazla 200 senelik ve muhacirlikle oluşmuş bir kent geleneğinden, bu algının yansıyan yüzünden daha fazlasını bekleme” deyip, bağlamıştı sözünü.
Böyle bir girizgâh, belki de bir kent algısı için kimilerince fazlasıyla “haksızlık” gibi de algılanabilir. O nedenle Eskişehir’in adı “eski” olarak başlasa da şehre dair bütün kurguların yapılanmaların, beklentilerin “yeni“ olduğunu ve yeniyi çağrıştırdığını Eskişehir’e dair gözlemlerim olarak paylaşmakta fayda var. İfade etmeliyim.
Belki bu algının iki istisnası olmalı…
Biri Eskişehir’in eski şehir dokusunu bugünlere taşımada aracılık vasfı üstlenen Odunpazarı Beldesi ve Tarihi Odunpazarı Evleri. Diğeri de şehri ortadan seyrüsefer eden Porsuk Çayı. Bu ikisi de olmasa ben gibi her gittiği şehirden en eski geçmişe dair izler arayan birine, adı “eski” ile başlayan “şehir” geçmişe dair hiçbir izini bugünlere taşı(ya)mayacak…
Eskişehir’in tam da orta yerinden akan gri görüntülü çok da temiz bir görüntü vermeyen Porsuk çayını gördüğümde aklıma babam geldi. 1940’lı yıllarda Eskişehir’de askerliğini yapmıştı. İkinci dünya savaşı yıllarında yoksulluğun diz boyu gittiği senelerde tam dört yıl sürmüş babamın askerliği. “Ben, terhis kâğıdını aldıktan sonra, askerilik üç seneye indi” der ve Eskişehir’e dair askerlik anılarını anlatırdı. Rahmetli babamın belleğinde belki nehri de (Dicle) olan bir şehirden (Diyarbekir) genç yaşta kopmuş olmak nedeniyle en çok iki şey yer etmişti.
Biri, Dicle’nin Diyarbekir’in yanı başından süzülerek akıp gitmesi nedeniyle Eskişehir’in de Porsuk çayıydı. Porsuk çayı kıyısında soluk alıp verdiği an’ları sıkça anlatırdı. “Porsuk” der, pek de başka ve fazlaca bir şey de demezdi. Onun için, sanki Eskişehir demek, Porsuk demek gibi bir şeydi.
Bir de Odunpazarı’nı sadece isim olarak telaffuz eder ve “İşte bizim Diyarbekir’in eski evleri gibi evleri olan bir yer” derdi. Askerliğini Odunpazarı civarında bir yerde yapmıştı.
Elbette babamın ne askerlik yaptığı 40’lı yılların başında ne de rahmete gittiği 80’li yılların sonunda şehirlerin eski mekânlarına dair herhangi bir koruma bilinci yoktu. Sadece kendi şehriyle bir benzeşikliğin, ortak yön arayışının vurgusuydu hatıra tazelenirken kendince anlatısında paylaşıma düşen…
Odunpazarı beldesinin eski mekânlarını dolaşırken “eski şehirlerden yarınlara artakalanlar, kalacak olanlar, sadece bu eski mekânlardır” dedim birlikte dolaştığım arkadaşlara. Koruma ve işlevlendirme mantığı açısından belki de adı “Eski” olan şehrin eskiliğini yaşatan tek bölge demek geçti içimden, paylaşayım. Evler restore edildikten sonra kapısına kilit vurulup zaman zaman kullanılacak müze görüntülü mekânlara dönüştürülmemiş. İnsana ve insanın gündelik kullanımına bırakılmış. Tam da yapılması gerekende olduğu gibi…
Eski Odunpazarı beldesinin işlikleri, hanları, ibadethaneleri, sokak dokusu insanı kucaklayan sıcaklıkla bugüne merhaba demiş.
Bizim Diyarbekir suriçinin bazalt taş dokulu küçeleri (sokakları) gibi, Odunpazarının da bazalt taş sokaklarında yürürken kim bilir nice yıldır o sokağa penceresinden bakan yaşlı bir çifte selam verdim. İzinleri ile fotoğraflarını çektim.
Adı “eski” kendi “yeni” olan şehirden bana ne mi kaldı?
Sadece o fotoğraf.
İki bitişik ve ayrı pencereden, aynı sokağa merakla bakan iki yaşlı insan..
Bir de Odunpazarı…
Bir de Porsuk…
Yeni yüze dair mi? İyilik “haller”i, yenileşmenin eskiyi koruma ve güncelleme adına görüntülerini kurtarmaya gayret etse de yetmiyor. Yeniye dair ne varsa, bir süre sonra eski’yi unutturuyor. Eski, hızla silinip gidiyor.
Çünkü marş, şehrini doğruluyor…
…”
İşte her biri buralı olmayıp, buraya bir yerlerden gelip buraya ait olma güdüsüyle burada yaşayan adı eski kendi yeni hem de yepyeni bir şehrin hafızaya dokunan yüzü…
* Eskişehir programımızda dostlukları ve mihmandarlıkları için Pınar, Burçin Sedat ve Ayhan’a çok teşekkürler… (ŞD/AS)