O zaman, toplum için böylesine bir belirsizlikler ve muğlaklıklar dizisi iken bu "ilkeler"in, devleti yönetenlerce devletin ve toplumun varoluşunun en yüce ilkesi olarak her milli bayramda, toplumun başına kakılmasına ne demeli?
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök bu Cumhuriyet Bayramı'nda da "Atatürk ilke ve devrimleri"ne uyma mecburiyetini, bu "ilkelere" bağlılığın önemini bir kez daha hepimize anımsatmaktan geri durmadılar.
İnsanlar, " 'Atatürk ilke ve devrimleri' nedir," sorusuna bir solukta cevap veremeseler de, bu "ilkeler"in herkes için gene de anlamlı bir işlevi var. Türkiye'de yeterince uzun süre yaşamış bir yabancı bile bilir ki, devlet yöneticileri "Atatürk ilke ve devrimlerini (ya da duruma göre 'İnkılapları'nı)" ne kadar sık dillendiriyor ve tonları ne kadar sertleşiyorsa, memlekette devleti o kadar rahatsız edecek kadar sertleşmiş bir siyasal gerilim vardır.
Bu kez "anımsatmalar"ın arka planında Cumhurbaşkanı'nın eşleri "türban" takınan milletvekillerini 29 Ekim resepsiyonuna tek başlarına çağırması ve Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti ile YÖK arasındaki, ordunun kimi "sivil"lerce göreve davet edilmesiyle kızışan, "laiklik" tartışmasının da yattığı kimse için sır değil.
Ancak, bu "siyasal barometre" işlevinin ötesinde devlet için bunca önemli olan "Atatürk ilkeleri"nin gerçekten ne olduğunu araştırınca kafanız aydınlanacak yerde karışabilir de.
Örneğin Sakarya Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nün websitesi 'nde "Atatürk İlkeleri" diye anılan ilkeler dizisi Milli Kütüphane'nin websitesi nde "Kemalizm" olarak adlandırılıyor.
Bu temel ilkeler, "Atatürk ilkeleri" mi, "Kemalizm" mi? Daha ilk adımda kargaşa başlıyor. Devletin yüksek katlarında "Atatürk İlkeleri" denmesinin tercih edildiğini, aşağılara indikçe dilin çeşitlendiğini, "Atatürkçülük" ve "Kemalizm" terimlerinin de devreye girdiğini görüyoruz.
Aslında "Atatürk İlkeleri" terimi semantik ve sentaks açısından da sorunlu gibi. Bir öğretinin ilkelerinden söz edilebilse de, bir kişinin "ilkeleri"nden söz etmek, kulağı tırmalamanın yanı sıra "ilke"nin anlamında içerilen belirlilik sistematiklik gibi öğeleri de keyfileştiriyor.
Marx ilkeleri, ya da Muhammed ilkeleri nasıl den(e)miyorsa, Atatürk ilkeleri de kulağı öyle tırmalıyor. Ama anlaşılan devletimiz yoruma tabi ve tarafları olan bir doktrinden de kaçınmak istiyor. O yüzden, bir doktrinden çok devleti ve toplumu şekillendirmek ve yönlendirmek için gereken cümleleri bir kutsal kişinin ağzından tekrarlama kolaylığı sağlayan bir tür reçete bu "Atatürk ilkeleri".
Ama, öte yandan, Sakarya Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü de Milli Kütüphane de bu ilkelerin neler olduğu konusunda birleşiyor. Meğer bu ilkeler:"Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Lâiklik, Devletçilik, İnkılâpçılık"mış. Yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin "altı ok"u!
Bu bilgi kafa karışıklığını azaltmak yerine daha da artıyor: Eğer "Atatürk İlkeleri" CHP'nin "altı ok"u ise devleti CHP mi yönetiyor? Eğer öyleyse neden devleti yöneten CHP ilkeleri parlamentoda muhalefette? Eğer, herkes "Atatürk İlkeleri"ne uymaya mecbursa o zaman öbür partilere ne gerek var? vs. vs.
Bu ilkelerin her birini tek tek öğrenmeye girişmek de kafa karışıklığına içine düştüğümüz bulanıklığa çare getirmiyor.
Çünkü anlaşılıyor ki, ortada aslında Atatürk'ün kendisinin sistematize ettiği bir politik felsefe yok: Örneğin Sakarya Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'ne göre Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ilkesini "aydınlatan" üç fikrinden en az edebi olanı şu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir(1933)"
Sorular çoğalıyor: Öyleyse neden onun sağlığında 'demokrasi sistemi' uygulanmadı," Neden "demokrasi sistemi" uygulandığında, onun partisi bir türlü tek başına hükümet olamadı? Neden, "Atatürk İlkeleri"nin en sıkı savunucuları, "demokrasi" uygulaması başladıktan sonar her on yılda bir darbe yaptılar? Neden, bugün de en "Atatürk İlkeleri" savunucusu olanlar bir askeri diktatörlük istiyor? Bu "Atatürk İlkesi"ne, yani Cumhuriyetçiliğe bağlanınca neden tersini yapmak gerekiyor?
İkinci ilkemiz "Milliyetçilik". Atatürk, "Atatürk İlkeleri"nin dayanağı kılınan cümlesine göre: "Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir (1920)" diyor.
Gene kafamız karışıyor. Hal böyle ise, o zaman "Atatürk ilkelerinin savunucuları" olduklarını söyleyenler neden, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur," tekerlemesine sarılırlar? Neden, Türkiye ile her türlü işbirliğini yaptığı halde Irak'a asker göndermek için çırpınırlar? Neden Rum, Kürt, Arap milliyetinin gereğini yerine getirenleri horlar, onları yok etmeye uğraşırlar?
Üçüncü ilkemiz ise "Halkçılık"mış! Buna göre, "iç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiş (1921)" ve "Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemi(1921)" imiş.
"Milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması ilkesi" iç siyasetimizse, neden bu siyaseti yürütenler "kendi geleceğini belirleme" istemini ortaya koyanları hapse atıyorlar, neden bu "millet"ten sayılan Kürtlerin kendi gelecekleri hakkında karar verme istekleri "bölücülük" olarak suçlanıyor?
Ve halkçılığın bir öğesi daha: "Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir.(1923)"
Bu da "halkçılık" ilkesini iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor tabii. "Türkiye Cumhuriyeti halkı ayrı ayrı sınıflar"dan oluşmuyorsa, neden bu "iş bölümü"nde nüfusun yüzde kırkı günde 2 dolarla geçinmeye çalışırken, nüfusun yüzde 20'si günde 1000 dolarla keyif sürüyor ve bunu tam 80 yıldır böyle yapıyor?
Eğer Türkiye Cumhuriyeti'ni "halkçılık ilkesi" yönetiyor ise, "Atatürk İlkeleri"nden milim şaşıldığı kuşkusuna kapıldıklarında tanklarını sokaklara çıkaranlar, 80 yıldır neden bir tek kez olsun tanklarıyla zengin mahallelerine uğramıyorlar? Neden, bu "işbölümü"nde paylarına "er" olmak düşenler yoksulluktan kırılırken, "subay" olanlara hisse senetlerinin kuponlarını kesmek düşüyor?
"Lâiklik" ilkemize şu Atatürk düşüncesi yol gösteriyormuş: "Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiş (1930), " ama aynı zamanda "din bir vicdan meselesi" imiş. "Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz (1926)."
İşler iyice çetrefil bir hal alıyor: "Din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmayacak"sak o zaman neden bu devletin eliyle okullarda İslam öğretimi zorunlu? Diyelim zorunlu olsun, o zaman neden zorunlu olarak öğretilen bu dinin bir yorumuna göre örtünmeye yönlendirilen kadınlar, örtündüler diye devletin kapısından kovalanıyor? Neden bir vicdan işi olan "din işi" için devlet, kasasından "Milli Savunma"dan sonra en büyük bütçeyi ayırıyor? Neden dinsizlerin, Alevilerin, Şiilerin, gayrimüslimlerin vergisiyle devlet Sünni dinini yayıyor? Neden?
"Atatürk ilkelerinin yılmaz bekçileri"nin herhalde nasıl savunacaklarını en bilemeyecekleri ilkeleri "Devletçilik" olmalı: "Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak, (1936)" diye özetlenen bu ilkenin "bekçileri" yakınlarda yayımladıkları "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi"nde "Türkiye'nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır," demişlerdi.
Ne tuhaf! 6 adet "Atatürk İlkeleri" var ve hepsini savunmak şart. Ama şartı savunmak için de devletçilik ilkesinin tersini yapmak "özelleştirmek" gerekli. Gene içinden çıkılmaz bir ikilem daha.
"İnkılâpçılık" ilkemiz de şöyle: "Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmak(1925)".
Galiba, savunucuların "en tutarlı" savundukları ilke bu, ancak "halk" hariç. 80 yılda ordumuz, polisimiz ve bilcümle kolluk gücümüz, dizüstü bilgisayarlardan, enfrarujlu silahlara, biber gazından, yanmaz üniformalara, saldırı helikopterlerinden zırhlı taşıyıcılara kadar her şeyiyle Amerikalı ve Avrupalı muadillerinin "bütün anlam ve görünüşü"ne kavuştu.
"Cumhuriyet halkı" ise bütün anlam ve görünüşüyle her depremde başına çöken konutlarda, çamurlu sokaklarda, çıplak ayakla ve ayda bir kez yıkanarak yaşıyor.Yiyeceğini çöplüklerde arıyor.
Araştırmalarımızın bizi vardırdığı noktayı bir cümleyle özetlersek şöyle diyebiliriz belki: "Atatürk İlkeleri", devlet adamları ve kadınları dışında kimse tarafından kolayca anlaşılamayacak ve uygulanamayacak bir sentetik cümleler dizisidir.
Bu "ilkeler"in savunulması için ise bu cümlelerde dile getirilenlerin tersinin uygulanmasının bir devlet geleneği olduğu tarihsel deneyimden görülmektedir. Bununla birlikte "Atatürk ilkeleri" hala Türkiye'yi anlamak için anahtar değerindedir.
Devlet adamları ve kadınları "bu ilkeler"e ne kadar başvuruyorlarsa o kadar" sinirlidirler. Şu ya da bu sebepten ama sinirli olduklarından emin olabilirsiniz. Sinirli bir Cumhuriyet Bayramı geçireceğimiz kesin... Fakat neden, şimdilik bunu bilemiyoruz. Cumhurbaşkanımız bunu bize bayramdan sonra söyleyecek. Bekleyelim. (EK)