Yaygın medyadan edindiğimiz bilgilere göre 20-21 Ekim tarihlerinde Dağlıca’da 12 asker ve 34 PKK’lı çatışmalarda öldürüldü. Medya organları bu çatışmayı 1990’lardan beri TSK’nın en fazla kayıp verdiği çatışma olarak vurguladı. Yine medyadan edindiğimiz bilgilere göre halkımız ‘akın akın’ askerlik bürolarına gidip, gönüllü askerlik için kayıtlarını yaptırmakta (Kanal D, 21 Ekim 2007) ve bazı kaynaklar Kuzey Irak’ta insanların askerlik bürolarına olan yoğun ilgisini haber etmekte.
Daha fazla ölüm haberi daha fazla militer tepki
Gösterilen o ki, bir yandan şiddet olayları, sayılarla ifade edildiği kadarıyla, gitgide tırmanmakta ve yine gösterilen o ki siviller istatistiklerin artmasıyla beraber gitgide daha fazla militerize olmakta. Peki nedir istatistiksel verilerle militarize olma arasındaki ilişki? Neden daha fazla ölüm haberi aldığımızda anti-militer bir ‘refleks’ göstermek yerine reflekslerimiz daha da militerleşiyor?
Ölü bedenleri saymak...
Öncelikle sayıların gücünü ve sayıların görünmez kıldığı gerçekliği biraz sorgulamaya başlamak gerekir. Sayıların toplumsal hayatımızdaki belirleyici rolünü tarım toplumu döneme kadar götürebiliriz. Önce toprakları ölçmekle başladık işe, sayılara döktük her bir araziyi. Sonra ölçülmüş alanlardaki insanları saymaya başladık, sınırları belirlenmiş topraklar içinde ne kadar insan yaşadığını, doğum ve ölüm oranlarını çıkardık ki o topraklar içindeki insanların nasıl yönetileceğine karar verelim (Appadurai, 1993).
Kafa sayma işlemi sadece yönetim amaçları ile de sınırlı kalmadı, savaşlarda kazanan ve kaybedeni belirlemek için bu sefer de ölü bedenleri saymaya başladık. Bahsettiğimiz savaşlar uzun soluklu, yıllara yayılmış ve bitmek bilmez hadiselerse eğer, o zaman yıllar içinde hangi tarafın ne kadar güçlü/güçsüz olduğunu algılamakta imdadımıza yetişti sayılar.
Saymak aynılaştırır
Sayıların savaşlarda üç temel işlevi var: saydığını aynılaştırıyor, karşılaştırılabilir kılıyor ve saydıklarımız sona ermiş insan hayatı olduğundan sayıların dili sayılanı ‘insan’sızlaştırıyor. Önce savaştaki insan bedenlerini toplama çıkarma yapabileceğimiz metalara dönüştürüyoruz, tıpkı bir savaştaki topları, tüfekleri, uzun-kısa menzilli bombaları saydığımız gibi sayıyoruz insan bedenlerini.
Biricik hayat hikayelerini ‘üni’-‘form’alarının içinde teke indirgediğimiz insanlar, o toplama çıkarma işlemleri sonucunda homojen bir bütünlük ifade ediyor bizim algılarımızda. 12 askerin öldüğünden bahsederken nasıl bir heterojenlik arayasın 12’nin içinde? Sayıya indirgediğimiz bedenler sayı kadar ruhsuz ve sayı kadar cansız olacaktır ve sayının kendisi kadar da tek-tip.
Burada da bitmiyor işimiz. Kategoriler belirlemek gerekiyor, istatistiklerin anlamlı olması için. 12 kişi öldü demek yetmiyor bu 12 kişinin hangi taraftan olduğunu belirtmek lazım geliyor. Sabitlenmiş anlamlar taşıyan kategoriler içinde iki taraftan birine yerleştirdiğimiz ölüm haberleri ile anlamlandırıyoruz savaşı ve yok ediyoruz savaş içinde yok olan insan hayatlarını.
Ne kadar çok ölüm o kadar çok ilgi
Burada dikkat çekici olan, istatistikler kabardıkça olayın medya ve diğer kurumlar tarafından öneminin algılanışının da değişikliğe uğraması, 20 yılı aşkın zamandır süre gelen bir çatışmayı kınamak için istatistiklerin artması ve daha çok ölüm haberi ile Türkiye’nin yankılanması gerekiyor. Her bir insanın hayatı karşılaştırılamayacak, toplanıp çıkarılamayacak kadar değerli iken, bir olayın ‘haber’ olabilmesi ve toplumun dikkatini çekebilmesi için toplu ölümler izlememiz gerekiyor.
Irak’ta artık günde 100’ün altında insan öldüğünde haber değeri kalmaması, Pakistan’da 133 kişinin bir bombalı saldırıda ölmesinin sadece satır aralarında verilmesi, olayları algılamamızda sayıların ne derece belirleyici olduğuna dair ipuçları veriyor.
Bir de bu istatistiklere medyanın yerleştirdiği ve tekrar tekrar görüntülediği şiddet görüntülerini eklediğimizde hepimiz bir tür illüzyonun içine sürükleniyoruz. Feldman’ın ‘actuarial gaze’ olarak tanımladığı bilgilerin görsel organizasyonu ile tehdidi ve riski nasıl algılayacağımızın belirlenmesi.
Dağlıca’da köprünün yıkılması ve savaştan alınan seçilmiş görüntüler ile tehdidin ne kadar yakın olduğu toplumsal bilince işlenirken, bunun durdurulmasının tek yolunun yine savaşla olduğu da ince ince işleniyor. Sayılar görüntülerle güçlendiriliyor ve savaşın sivil halka verdiği tahribat seçilmiş görüntülerin gölgesinde, kameranın arka sahnesinde marjinal bir yer ediniyor kendine. Sosyal yıkım savaşta ölenlere indirgeniyor ve savaşın devamının yaratacağı yıkım görünmez kılınıyor. Savaşın bölge insanına verdiği zarar alternatif medyada cılız bir ses olarak donakalıyor (örneğin Yüksekova’daki bombardıman esnasında evine bomba düşen köylünün anlatısı).
Oysa 20 seneden fazla zamandır süre gelen şiddet ortamını onlar, yüzler ile ifade ettiğimiz ölümlerle anlamlandırmak çok güç. Genç yaştaki ve hatta çocuk yaştaki nesilleri kaybetmekteyiz. Hayır sadece ölümlerle değil, olağanüstü hal bölgelerindeki maddi ve manevi şiddetle, koltuklarımızda otururken beraber izlediğimiz/okuduğumuz gün geçtikçe daha da vahşileşen ve bizleri ajite eden haberlerle kaybetmeyiz yeni nesilleri.
Arda kalan yıkıntılar, sayıların dehşet verici iktidarı ile sınırlı kalmıyor, ölçemediğimiz, sayılara indirgeyemediğimiz, fotoğrafını çekip görüntüleyemediğimiz belleklerimize, ruhumuza hükmeden yıkıntılara kadar uzanıyor savaşın zararları.
Tek tek seçilmiş, ard arda gösterilen savaş görüntüleri, çatışmalardan edinilen kamera çekimleri hatta çeşitli internet sitelerine koyulan ve insanların tek tek nasıl öldürüldüğünü bir bilgisayar oyunu izlermiş gibi izlemeye davet edildiğimiz görüntüler içinde şiddet eğilimleri daha da körüklüyor. Siviller sadece terörü protesto etmiyor, aynı zamanda bazı kesimler DTP binalarını yakmaya çalışıyor, savaşa birebir müdahil olmak istiyor.
Bir başka deyişle çatışmaların insan hayatını bilgisayar oyunlarındaki hedeflere indirgediği imgeler etrafında insanlar ‘akın akın’ militerleşiyor. Bir çeşit kısır döngüden bahsediyorum, daha çok kayıp verdikçe, militer yanımızın daha da kuvvetlendiği ve sonunda daha da çok kayıp vereceğimiz bir kısır döngü.
Sayılar yerine hayat hikayeleri
İşte tam da bu sebeple, sayıların dilini kullanmak yerine, insan hayatı üzerinden kursak cümlelerimizi, daha fazla fiziksel şiddeti arzulamak yerine sivil yollarda arasak çözümü, kanımızı donduran ölüm haberlerinden de daha çok uzaklaşmaz mıyız dersiniz? Savaşın toplumdan eksilttiği şeyi sayılara dökmek yerine bireylerin hayat hikayelerine döksek, daha çok ölüm yerine daha çok yaşam taraftarı olmaz mıyız acaba?
Militer yerine anti-militer duruşu tercih etmez miyiz? Her bireyin hayatının ne derece değerli olduğunu konuşmaya başlayıp, toplumsal barış için bireyleri feda etmek yerine her bir bireyi kurtarmaya çalışmaz mıyız? Askerlik bürolarına gitmek yerine savaşı kınayan gösteriler düzenleyip, barış için demokratik adımlar atılması gerektiğini haykırmaz mıyız?
Hiçbir zaman aram iyi değildi benim sayılarla, kaç kişiydik kaç kişi kaldık bilemedim. ‘Uni’-‘form’alarının içinde aynılaştırılmış ve biriciklikleri görünmez kılınmış insanların biricik hayat hikayelerini merak ettim ben. Ülke nüfusunda eksi hanesine yazılmanın ötesinde kimdi örneğin Bahtiyar? Sayı saymayı kaç yaşında öğrenmişti, yoksa o da 100’den 5 çıkaramadığından matematik dersinden ikmale mi kalmıştı? Çamurdan tanklar, uçaklar mı yapardı, ne zaman militerleşmişti yüreği yoksa hiç militer olmamış mıydı? Sayıların ruhsuz dilinden çıkarıp ete kemiğe büründürsek Bahtiyar’ı, ancak o gün tüm savaşlara karşı insan hayatının yanında bir duruş sergileyebileceğiz. (SH/NZ)
* Serra Hakyemez, Merkezi Avrupa Üniversitesi, Sosyoloji ve Sosyal Antropoloji Bölümü Doktora öğrencisi