“Savaşın yakıcılığı, yıkımı, vahşeti karşısında düşebileceğimiz en kötü durum olan “kanıksanmışlık” nehrindeyiz artık.
Bu nehirde daha fazla boğulmamak, en azından kafayı su üstünde tutabilmek, bir ihtimal de “oralarda” neler yaşandığını tahayyül edebilmek adına, savaşı konu edinen sadece üç kitaplık naçizane bir liste var bu yazıda. Gerisi zaten “hikâye…”
İki gün sonra, 7 Ekim’de, İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırımın birinci yılı doluyor. “Askerlerin” ve “sivillerin” öldüğü, “kralların konuştuğu” bir savaş daha hemen yanı başımızda bir yıldır sürerken, tuzu gayet kuru olan bizler, bir yerden sonra sadece rakama dönüşen ölülerle ilgilenmeyi çoktan bıraktık.
Savaşın yakıcılığı, yıkımı, vahşeti karşısında düşebileceğimiz en kötü durum olan “kanıksanmışlık” nehrindeyiz artık.
Bu nehirde daha fazla boğulmamak, en azından kafayı su üstünde tutabilmek, bir ihtimal de “oralarda” neler yaşandığını tahayyül edebilmek adına, savaşı konu edinen kitaplardan oluşan bir liste hazırladım.
Sadece üç kitabı yazma sebebim, yazının öznelliğiyle ilgili olması. Savaşı anlatan onlarca kitap var. Ancak aşağıdakilerin bende bıraktığı iz çok başka. Naçizane satırlarla romanlarını sizlerle paylaşmak istedim. Gerisi zaten hikâye…
Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Erich Maria Remarque, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman İmparatorluk Ordusu’nda savaşa katıldığında henüz 18 yaşındaydı. “Acemilik”ten sonra 12 Haziran 1917'de Batı Cephesi, 2. Bölük, Yedekler, Hem-Lenglet'teki 2. Muhafız Yedek Tümeni'nin Saha Deposu'na tayin edildi. Daha sonra 26 Haziran 1917'de ise, 15. Yedek Piyade Alayı, 2. Bölük, Mühendislik Müfrezesi Bethe'ye atandı ve Torhout ile Houthulst arasındaki siperlerde savaştı.
Burada, 31 Temmuz 1917 tarihinde sol bacağından, sağ kolundan ve boynundan şarapnel parçasıyla yaralandı. Savaşın getirdiği tüm yıkımı bizzat yaşadı. Hem canı hem ruhu yandı, incindi. “İnsanlık onuru” diye adlandırılan tanımın savaş sırasında nasıl tedavül dışı kaldığını gördü. Bu yüzden de “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabını yazarak, kendisinin yaşadığı insanlık dışı deneyimi, savaşın dehşetini, insanoğlunun bir hiç uğruna birbirine nasıl yabancılaştığını birinci ağızdan anlattı.
Birinci Dünya Savaşı’ndaki bir grup askerin hikâyesini on dokuz yaşındaki bir çocuğun gözünden anlatan, son olarak Everest Yayınları’ndan Burhan Arpad çevirisiyle yayımlanan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”, sadece savaş edebiyatının değil, dünya edebiyatının en tepesinde yer alan klasiklerden biri olarak sayılmakta.
Silahlara Veda
Savaş romanları denince Ernest Hemingway’i akla getirerek bir durup beklemek lazım. Zira Hemingway külliyatının büyük kısmı savaşla ilgilidir ya da bir yerinden savaşla temas halindedir. Kendisi de büyük bir arzuyla Birinci Dünya Savaşı’na katılmak istemiş ancak görme yetisinde zayıflık olduğu için orduya alınmamıştı.
O da çareyi Kızıl Haç’ın 1917’de gönüllü işe almasında faydalanarak ambulans şoförü olmuş ve savaşa öyle katılabilmiştir.
Ernest Hemingway, her ne kadar İspanya İç Savaşı’nı anlattığı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanıyla ünlense de, Bilgi Yayınevi’nden Belkıs Dişbudak çevirisiyle yayımlanan “Silahlara Veda”, onun savaşla ilgili anlattıkları arasında çok daha farklı bir yerde durur. Birinci Dünya Savaşı’nda İtalyan ordusunun ambulans birliğinde görev yapan Amerikalı Frederic Henry’yle, İngiliz hemşire Catherine Barkley arasındaki büyük aşkı anlatan “Silahlara Veda”, bir tarafta insanlığı mezara gömen savaşı, diğer yandan da insanı insan yapan en önemli duygu olan sevgiyi bir çatışma içinde anlatarak okuru savaş üzerine tekrar tekrar düşünmeye iter.
Güneş İmparatorluğu
J.G. Ballard’ın, Sel Yayıncılık’tan Emine Güreli çevirisiyle çıkan yarı-otobiyografik romanı “Güneş İmparatorluğu”, yazarın çocukluk döneminde yaşayıp gördüğü İkinci Dünya Savaşı’nı ve o yılların Şanghay’ını yine bir çocuğun gözünden anlatıyor.
Uzun süre savaşın dışında kalan Şanghay’daki yabancılar kolonisi, Japonya’nın Pearl Harbor saldırısından sonra kendini şiddet sarmalının içinde bulur. Havalı bir malikânede yaşamaya alışmış olan küçük Jim, savaşın kaotik atmosferi içinde anne ve babasından ayrı düşer.
Jim, önce işgal altındaki Şanghay sokaklarında, sonra da kentin dışındaki toplama kampında yaşamını sürdürmeye çalışır.
Onun savaş şartları altında hayatta kalıp kalamayacağını pek çok soru etrafında konu edinen “Güneş İmparatorluğu”, masumiyeti ziyan olan küçük bir çocuğun gözüyle, savaşın korkunçluğunu, sıradan bir hale gelen ölümü ile vahşeti ve bunların arasında kalan yaşama “savaşı”nı incelikli bir anlatımla sayfalarına taşıyor.
(BS/EMK)