Aslında nerede, ne zaman başladığı kestirilemeyen, şöyle ya da böyle sonlandığında bile tamamlanmamış kalacak bir yolculuğu hikayelendirme çabası. Geceler ve sonsuzluk boyunca sürüp gidecek, bir kez, bir sonsuz kez daha son gücümü talep edecek bir çaba... Ve elbet, daha ilk sözcükte, anlatılamaz olana çarpıp parçalanan ilk sözcükte -savaş, Auschwitz ya da Cizre- uç veren yenilgi. Varoluşu anlamlı, kutsal ya da katlanılır kılan bütün hikayelerden vazgeçiş. İşitilmeyenin, hep işitilmez kalacak olanın uçsuz bucaksızlığı karşısında çaresizce geri çekiliş.
Auschwitz, İstanbul, Urfa-Birecik'te Barış Paneli, Diyarbakır, Suriçi, Silvan, Cizre yolu...
Midyat yakınlarında TOMA’larla, panzerlerle, ''kirpi''lerle, özel harekatçılarla kapatılmış Cizre yolu. Hedefine kilitlenmiş namluların, namlulara sürülmüş gerçek mermilerin, sanki gerçek ile gerçekdışı arasına çektiği barikat. İnsafsız güneşin altında kıvrıla kıvrıla giden, sanki geri dönüşü olmayan tozlu bir yol, çıplak tepeler, tarlalar...
Oniki bin yıldır insanın trajik hikayesini sessizce dinlemiş, dillendirmiş Mezopotamya toprakları...
Başlangıçlarla sonları, köklerle ölüleri buluşturan, kanı ve çığlığı, kemikle taşı, ayrım göz etmeksizin, her birini ruha dönüştürerek kendine katan, sırlarını da, tohumlarını da derinlerinde saklayan toprak...
Vadiler, uçurumlar boyunca uzaklaşıp giden, alevlerin arasında yalnızca yolunu değil, yolculuğun ta kendisini yitiren, çok uzaklara, geri dönemeyecek denli uzaklara geldiğinde, 'kendisi' olarak bildiği bir sesin de onu çoktan terk ettiğini anlayan bir yolcunun içsel durakları, duraksamaları: Vartolu Edip'in, Krakow'da, Auschwitz'e 100 km mesafede gösterdiği bir fotoğraf. Yaralı yakalanıp beş gün, beş gece feci işkence görmüş, genç bir kadın, çırılçıplak, yüzükoyun Varto sokaklarında yatıyor. Bacakları korkunç...
Silvan'da tarumar edilmiş bir evin önünde, pazar filelerini yere koymadan bağırmaya başlıyor: “Yeter artık, yeter artık bu zulüm!” (Birkaç dakika içinde telefon çalıyor, polis kim olduğumuzu sorguluyor.) Diyarbakır'da jetlerin, helikopterlerin, bombaların gürültüsüyle uykusuz geçen ilk gece, Suriçi'ne gene operasyon yapılıyor. Silvan'da ağır silahlarla taranmış, delik deşik edilmiş, harabeye dönmüş evler, dükkanlar, sokaklar. Sağlık ocağının bahçesi yanık izleriyle dolu, mermi izleri üçüncü kata ulaşıyor. (Bir sağlık görevlisi beyaz bayrak sallayınca onu da taramışlar.) Keskin nişancılar, evinin önünde, balkonda, damlarda vurulanlar, hastaneye gitmesine izin verilmeyen yaralılar... Diyarbakır merkez, polis sille tokat girişiyor barış mitinginde gözaltına alınanlara... Biber gazıyla ikinci gece başlıyor. Türkiye, kendi çapında “Kristal Nacht”ını sahneye koyuyor, linç kalabalıkları onlarca kentin sokaklarını sarıyor. Dakikada bir bir başka HDP binası kuşatılıyor, kitapçılardan köftecilere “Kürt dükkanları'” kırılıp dökülüyor, Kürtçe konuşan bir genç jiletle doğranıyor, beş yaşlarında bir kız çocuğu yakılmak isteniyor, Sur'dan ağır operasyon sesleri geliyor, helikopterler dönüyor, birkaç saat önce yaralarını sarmaya çalışan Silvan'ın yeniden alevler içinde olduğu haberi düşüyor internete, kuşatılmış kentlerde birini, birini daha avlıyor keskin nişancılar, paletli tanklar, Doçkalar ilerliyor kırık dökük evlere doğru, havan toplarının namluları çevriliyor, emniyetten göz altı telefonları geliyor, Bünyamin adında 14 yaşında bir çocuk gözaltına alınıyor Cizre'de, bir anne ölü bebeğini buzlar arasına yatırıyor, çocukları izliyor, hastaneye götürülmediği için kan kaybından ölen bir anneyi, kızgın kalabalıklar Diyarbakır’a giden otobüsleri taşlıyor, kente seferler durduruluyor.
Auschwitz'de metrelerce kadın saçı, Bünyamin'in bir çöplükte bulunan, bir kulağı kesilmiş cesedi, cehennemin giderek daralan, derinleşen, doymak bilmeyen çemberleri... (AE/HK)