İlk duyuşta politikacıların ağzından çıkan birçok afakî lakırdı gibi algılanabilecek bu tanımlama, varolma ile yok olma arasında gidip gelmiş, özellikle 1939-1945 savaşını yaşamış bir jenerasyonun ferdi olarak Mitterrand'ın ve genelinde Avrupalıların 1945'ten sonra dünyadaki sorunların çözümünde başvurdukları temel okuma kılavuzunu anlatıyor:
Meselenin ve tehlikenin boyutları ne olursa olsun ilk akla gelen barışçı çözüm. Savaş en, ama en sondaki çare. Ülkemizde ise gerek iç gerek dış sorunların çözümü için akla gelen ilk çare. Zira Avrupalı için sorunlar çözüm bekleyen olgulardır, bizde (ve Amerika Birleşik Devletlerinde - ABD) ise sorunlar millî bütünlüklerimize oluşturdukları tehdit derecesine göre değerlendirilir.
Bu temel fark herhalde Avrupa ile olan bir çok farklılıklarımız arasında en "uyumlaşmayacak" olanı. Ya biz değişeceğiz, ya da bu işler zor olacak.
Fikir askerden, "karar" Meclisten
Irak'a asker yollama konusunda birkaç aydır süren tartışma, bu temel yaklaşımın gayet sadık bir ifadesi. Önce askerler meselenin önemi konusunda fikir beyan ediyor, Amerikalı meslektaşlarıyla fikir alışverişinde bulunuyorlar; siviller dışişleri vasıtasıyla görüşmelere dahil olsa da müzakereleri asker götürüyor.
Toplantılar sonrasında yapılan açıklamalarda asker son kararın Mecliste olduğunu dile getiriyor ve sanılıyor ki, demokratik işleyiş yolunda.
Halbuki gerçek bir demokratik işleyiş içerisinde sivil iradenin yani yasama ve yürütme erklerinin sadece son değil ilk kararı da vermesi, eğer asker yollama kararını aldıysa askere genel siyaseti izah etmesi ve askeri teknik cevabın hazırlanmasıyla görevlendirmesi gerekiyor.
Savaş meraklısı ABD'de dahi Irak ile ilgili karar askerden değil, sivilden çıktı; asker uyguluyor. Zira son tahlilde seçmenin hesap sorabileceği tek merci seçilmiş olan siyasîler, atanmış olan asker değil.
AKP'li vekillerin iyi niyeti
Irak'taki kardeşlerimizin temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere 12 bin tepeden tırnağa silahlı asker yollanacakmış. Amaç Irak'ın bir an evvel istikrara kavuşmasıymış.
Askeriye bir aralar, Türkiye'nin Kürt bölgelerine, ortalık durulduktan sonra adına "vatandaşı kazanmak" denen ve "sivil idarenin veremediği" ima edilen hizmeti götürmeye soyunmuştu.
Artık pek ortalıkta görünmüyor, perişan olmuş bir bölgede yapılması gereken işlerin boyutlarıyla baş edebilmesi elbette mümkün değil, ayrıca da bu işler onun işi değil.
Bugün de Irak'ta, Adalet ve Kalkınma Partili (AKP) vekillerin meseleyi yerinde incelemelerinden sonra benzer bir iyi niyet harekâtından dem vuruluyor.
Irak'ta yapılması gereken tek işin idarenin Iraklılara bırakılması olduğunu aklının ucundan dahi geçiremeyen, buna karşılık Iraklılara zavallı çocuk muamelesi yapan bir acıma duygusu sarmış durumda etrafı. Buraların oryantalizmi de bu olsa gerek.
Türkiye'ye tezkere de gerekmez
Iraklı komşulara gösterilen yakınlık, aynı bölgede yaşayan ve Iraklılar gibi Arap ve Kürt olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşına gösterilmemeli mi? Üstelik bunun için tezkere de gerekmiyor.
Ulusal çıkarsa bizim oralar ulusal çıkarın en mükemmelini temsil ediyor olmalı. Bölgesel istikrarsa, bölge aynı istikrarsız bölge.
Kaldı ki Türkiye'den daha varsıl olan, altyapısı bizim altyapıdan daha gelişmiş, uluslararası camianın da hatırı sayılır miktarda insanî destek verdiği bir ülkeden söz ediyoruz.
Askerî niyetlere kılıf gibi duran bu spontane sevgi seli sonuçta iki arabesk konserle aslına rücû edeceğe benziyor. (CA/NM)