Bir yandan umuda evrilen günlerin seyrindeyken diğer yandan nehirde ölü bulunan Kürt gençleri, 1 Mayıs’ta, öncesinde ve sonrasında büyük bir hevesle insanların böcekler gibi ilaçlarla etkisiz[!], nefessiz bırakılması ve daha nicesi, derken Reyhanlı’da katledilenler ve yine, yine söylenecek söz kalmaması. Suriye’de artık bir istatistiksel değeri dahi kalmayan ceset torbalarından gayrısına layık görülmeyen insanlar, haber bültenlerinde bile rutine binmiş ölüm haberleri...
İşte yine günler geçti; Roboski’de ve diğer katliamlarda olduğu gibi sesler usul usul fısıltıya dönüştü. Şimdiye dek çoktan kuruması, alıp başını gitmesi gereken kalplerimiz hâlâ çarpıyor ya asıl ona şaşırmak gerek.
Nefes almanın neredeyse olanaksızlaştığı bu yerlerde güzel günler gelse bile her şey o kadar ağır ki, bundan sonra bize yaşamak adına bir şey kalır mı bilinmez.
Bütün bunların içinde bahara ve gelecek güzel günlerin umuduna rağmen –ki belki de içimizdeki çocuk ölümlerinin ağrısı asla dinmeyeceği için- debelenirken kendimi Saraybosna'da buldum, iyi ki de buldum.
İlk kez gittiğim bu şehirde hiç ama hiç yabancılık çekmedim. Hani bazı nehirler, dağlar, şehirler vardır ve hiç görmemiş olsanız da kalbinizin bir köşesinde yaşar. O şehirlerin geceleri, yağmurları bildiktir sizin için ki, şehrin renkleri, yağmurları ve gökkuşağı da sizi hiç garipsemez.
Nasıl bazı insanları, ilk görüşünüzde bile bin yıldır tanıdığınız duygusunu hissedersiniz, onlara karşı aniden sımsıcak bir yakınlık duyuverirsiniz ya kendiliğinden, sözsüz, öyle işte.
Ve onlarla, o şehirlerle, o insanlarla ilk karşılaşmanızda aslında hiç de kalbinizin bir köşesinde sessizce yaşayıp gitmediklerini ve onların zaten bir şekilde rüyalarınızda yaşadığını anlarsınız.
İşte öyle aşinaydı benim için Saraybosna, fakat bunu yaratan ne konuştuğum herkesin ısrarla vurguladığı “İslam” etkisi, ne de eğlence odaklı yaşam “have fun” nidalarının şehirdeki yansımaları ve bunun bir benzerinin özellikle çılgın cumartesi ateşinin İstanbul’da da yakılıyor olmasıydı. [Burada cumartesi ateşiyle sembolize ettiğim eğlence kültüründe daha çok sınıfsal olarak üst konumda olan Hırvatlar ve Sırplar öne çıkıyor]
Şehri dört bir yandan kuşatan dağlar, o dağların çağırdıkları da değildi. Belki de bunların hepsi ya da hiçbiriydi.
Neşe şehri
Aslına bakarsanız ilk bakışta gayet şenlikli, kalbini bir nehre veren, yeşil bakışlı şehirlerden Saraybosna. Kalbinin kıyısında, kıvrımlarında eski çok eski tramvaylarla alınıyor yollar.
Şehrin mütevazılığı, sıcaklığı biraz da bu tramvaylardan kaynaklanıyor. Her daim rengarenk ve istisnasız saygılı insanlarla dolu tıngır mıngır salınıyorlar.
Zaten neşeli şehrin insanları, her şeyi uzun uzun, uzata uzata anlatıyorlar; bütün varlıklarıyla konuşmalara katılıyor ve dilin ritminde mutluluğu, sevinci arıyorlar. Hem herkes kendi dilini konuşuyor, farklı, çoğul dillerde ışıldıyor neşe. Oysa bu neşe benim yaşadığım yerlere pek uğramıyor, öyleyse bu yakınlığın nedenlerini başka yerlerde aramak gerek. Uykular ve rüyalar diyorum ben.
Saraybosna'daki ilk uykumda Nusaybin’deki, girişinde “jiyan bi Kurdî xweş e” yazan gerilla mezarlığını görmemin tesadüf olmadığını fark ettiğimde bu aşinalığın nedenini anlayabildim.
Şimdi yazacağım şey size ne düşündürür bilmem fakat her şehrin, köyün, evin, insanın ve hayatın rüyası, hatta kiminin rüyaları olduğuna inanırım. Zaten bana sorulsa insan olmamız böyle ele veriyor kendini derim; ne akıl, ne bilim, hatta ne de edebiyat duyurmuyor insanlığımızı rüyalar kadar. [Ama vicdan da aklımı karıştırmıyor değil. Onu belki başka bir şehirde ya da yazıda konuşuruz.]
Nusaybin’deki mezarlığı Saraybosna’daki rüyama alıp getiren şehrin girişinde insanı karşılayan kurşun delikleriyle dolu duvarlar ya da parkların kıyısında, köşesinde mezartaşı oldukları, ölümün, katliamın başına kondukları ilkin anlaşılmayan beyaz taş parçaları olsa gerek.
Hiç beklenmedik bir anda ucunda bucağında, eteğinde kıyısında çocuklar oyunlar kurarken insanın karşısına çıkan o mezarlar.
Mezarlar değil ama bu mezarlarla yani ölümlerle bu kadar iç içe olmak yani katliamın ve ölümün bu denli sıradanlaşması ürkütüyor insanı.
Saraybosna’ya gitmeden önceki son yolculuğum Maraş’aydı. Aslında coğrafi açıdan da benzer, dağlar tarafından kuşatılan şehirler.
Maraş’a gittiğimde de bir kuşatılmışlık duygusuyla baş etmek zorunda kalmıştım. Zaten burada insanın aklına ilk gelen şey katliam oluyor, her ne kadar bir yandan Gülten Akın’ın Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’nı düşünüyor olsam da aklım hep Maraş katliamına gidiyordu, şehir de yine suskun ve tedirgindi. [Maraş’a son gidişim yaklaşık on yıl önceydi ve o günden bugüne kapitalizmin o dalga dalga yayılan, yok edici etkileri dışında şehir aynıydı. Aslına bakarsanız kapitalizm bile şehrin çehresini ve havasını değiştirememişti]
Maraş’ı çepeçevre saran dağların katliamda nasıl bir rol oynadığı ilk bakışta anlaşılmıyor ama Saraybosna’da kurşun delikleriyle dolu binalar kurşunların nerelerden geldiğini gayet açık ve hiç konuşmadan, tek kelime söze gerek duymadan anlatıyor.
Bu şehirler ve katliamlar en çok genç ölümleri, çocuk ölümlerini hatta şairlerin ölümlerini, ölmediği için dünyada bir türlü rahat edemeyenleri anımsatır bana ve İsmet Özel’in “Münaacat”ı düşer aklıma:
“Bu yaşa erdirdin beni / Gençtim, almadın canımı / [...] / Ölmedim / Bir gençlik ölümü saklı kaldı bende / [...] / Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde”.
Bu da yaşamın bir tuhaflığı işte. Sivas Katliamı’na tepki gösterenleri “Sivas Semalarında Sırp Tayyareleri Uçacak mı?” başlıklı yazısıyla eleştiren ve katliamı yapan köktendincileri destekleyen de bu dizeleri yazan da aynı İsmet Özel değil mi? [Ece Ayhan’ın İsmet Özel için ünlü Sırp şairi dediği söylenegelir, keşke “koparılmış Kürt çiçeklerini” anlatan Ece Ayhan daha çok yaşasaydı. İsmet Özel de “sadece” şiir yazsaydı.]
İşte Saraybosna da böyle bir yer, her şeye, tüm eğlencesine, şenliğine rağmen ölmedikleri, katledilmekten kurtulamayanları her an anımsayarak geride kaldıkları için utanan, bunun ağrısını taşıyanların şehri. Ne çok benziyoruz birbirimize.
Saraybosna’nın hatırlattığı
Saraybosna’ya gelmeden önce hakkında okuduğum tüm yazılar ve dinlediğim insanlar şehirdeki “Osmanlı etkisi”ne dikkati çekiyordu. Burada herhangi bir Osmanlı şehriyle karşı karşıya geleceğim söyleniyordu. Neden bilmiyorum, belki de aramadığım için bu Osmanlı etkisini göremedim ben.
Elbette mimarisi, camileri, sokaklarda salınan “Arapça” isimler bu etkiyi yaratıyordu. Fakat benim gözlemim bu İslam etkisini veren özelliğin sınıfsal konumlarla ilişkili olduğuydu.
Müslüman Boşnakların yaşadığı mahalleler gayetle yoksuldu ve duvarlar en çok burada delik deşikti, kalbura dönmüştü şehrin bu cenahı. Ayrıma uğrayan, katledilenler yine yoksullardı. [Tıpkı] dünyanın her yerinde olduğu gibi.
Elbette Saraybosna’ya bu konu üzerine çalışmak için gitmedim ve geçmiş bilgilerimi tamamen dışarıda bırakarak, sadece gözlemlerime dayanarak söylüyorum. Benim Saraybosna’da hissettiğim İslam etkisi, ayrımcılığın yapıldığı noktanın Müslümanlık olmasıydı. Buradaki savaşın bahanesi buydu işte.
Susmanın bir erdem olduğu Türkiye’den Saraybosna'ya gelince insan kederle fark ediyor ki acı olgunlaştırıyor şehirleri, kimlik veriyor, bakış ve kalp veriyor. Tıpkı Diyarbekir, Mardin veya Hakkâri’de olduğu gibi. Saraybosna’dayken de bu şehirler hep aklımdaydı ve buralardayken peşimi hiç bırakmayan, kalbimi sıkıştıran o sancı yine geldi buldu beni.
Yaşananları, tarihi kavramlarla anlama çabasının, bu şehirler üzerine yapılan tüm çalışmaların ne kadar tali kaldığını ve aslında o kurşun izlerini ve yaraları hiçbir şeyin açıklayamayacağını düşündüm. Çünkü hiçbir kavramsallaştırma, analiz insanın acısını anlatmaya yetmeyecek. Biz akademilerde öteki, algı, eleştiri derken hayat duvarlardaki kurşun izlerinin gölgesinde yanan cumartesi ateşiyle ya da düğünlerin sesleriyle ninnilenen mezarlıklardan geçecek. Geçiyor.
Her şeye rağmen İstanbul’da tıkanan nefesim burada açıldı fakat yine her şeye rağmen katledilmiş, yıllarca kuşatma altında kalmış ve tüm acılarına rağmen her yerde eğlencenin izini süren insanların şehrinden kırık bir kalple ayrılmamak mümkün değil. Kendi adıma sanırım en çok o yağmurlu sabahını özleyeceğim. (RA/YY)