1947 Özbay kardeşler |
Namık Kemal Mahallesi/ Anılar... Daha çok Saraçoğlu ya da devlet mahallesi olarak anılan Namık Kemal Mahallesi kentsel dönüşüm kapsamında gündeme geldiğinde Prof. Dr. Demir İnan ve mahallede birlikte büyüdükleri arkadaşlarının girişimiyle mahalleyi anlatan bir kitap yazıldı.
Prof. Dr. İnan'ın yayına hazırladığı kitapta Altan Öymen’in eşi ve Saraçoğlu Mahallesi’nin ilk nişanlananı Aysel Asal, Hasan Özbay’ın kızı Boğaziçi Üniversitesi’nde Prof. Dr. Ferhunde Özbay, Saim Alpago’nun oğlu sanatçı Ekrem Alpago, Nizametin Ekemen’in kızı Boğaziçi Üniversitesi Öğretim görevlisi Müberra Ekemen, Cüneyt Gökçer’in kızı Deniz Gökçer, Bedri Rahmi Eyyüboğlu’nun öğrencisi ressam, film yönetmeni Gülsün Ebcioğlu Karamustafa yerlerini aldılar.
Kitaptan Ferhunde Özbay'ın Namık Kemal mahallesi bölümünü yayımlıyoruz. Ferhunde Özbay'a teşekkürlerle ve sevgilerle.
Adım Ferhunde (1944). Annemin adı Memduha (1914), babamın adı Hasan (1910). Kardeşlerim, Aymelek (1940), Atilla (1941) ve Orhan (1942). Soyadımız Özbay. Önceleri adı Saraçoğlu olan, 1951’de Namık Kemal İlk ve Orta Okulu yapıldıktan sonra mahallenin adının da Namık Kemal olarak değiştirildiği, Ankara Yenişehir’deki memur lojmanlarının ilk kiracılarındanız. 1946’da taşındık.
İki yaşımdan ondört yaşıma kadar Saraçoğlu Mahallesi Üçüncü Cad. 23 numaralı apartmanda oturduk. Üç katlı altı daireli apartmanımız yandaki aynı boyutlardaki apartmanla bitişikti. Üçüncü Caddenin son apartmanıydı. Ama şimdiki gibi sokak merdivenle sona ermezdi. Tatlı, kısa bir yokuşu vardı. Orada kışın kayak kaydığımızı anımsıyorum.
Sokağımızda boydan boya meşe ağaçları dikiliydi. Palamutlar olgunlaşınca çingeneler onları toplamaya gelirdi. At arabasıyla sütçü ve sebze satanlar geçerdi. Sebzeciler bazen küfelerle yayan da gelirdi. Yoğurtçu omzundaki sırığın yanlarından sarkan yoğurt tepsileriyle geçerdi. Yoğurdun kaymağını küçük küreği ile sıyırır, verdiğimiz tabağa yoğurdu koyardı. Benim dört gözle beklediğim satıcılar bunlar değildi elbet. Macuncu, alıçcı, tel helvacı ve kışları bozacının yolunu gözlerdim. Alıçları ipe dizer öyle satarlardı. Biz çocuklar onları boynumuza kolye gibi asar, koparıp yerdik. Sokaktan dondurma almam yasaktı. Zaten dondurmacıyı gözümün önüne bile getiremiyorum. Bir de sakaların olması gerek. Onları sokaktan anımsamıyorum. Mutfakta büyük bir küp vardı. İyi suyu orada saklardık. Üzerinde bir örtü ve tabak, sonra bir maşrapa ve yeniden bir örtü. Musluk sularımız çok kireçliydi. İstanbul’un en çok imrendiğim tarafı musluk suyunun yumuşaklığıydı. Yıkanınca krem sürmüş gibi olurduk.
Üçüncü Caddenin başında iki tane manav vardı. Biri eczanenin yanında, diğeri de aynı sırada kasaptan sonra, köşede. Karşıki evlerin altında da köşelerde iki bakkal vardı. Bakkalın yanındaki, ortadaki dükkan pastacıydı..Annem tepside kurabiyeler hazırlar, birimiz koca tepsiyi pastacıya fırına götürürdük. Kurabiyeler kocaman bakır tencerenin içinde dolapta durur, gidip gelip atıştırırdık. Teyzem bizim manavlardan alış-veriş ederdi. Ben bir ara, ilkokuldayken kasabın yanındaki manavla anlaştım. Gazeteden kesekağıdı yapmasını öğretti. Yapıp kiloyla satıyordum. Kazandığım parayı da eve gitmeden hemen oralarda birşeyler alarak bitiriyordum.
Sokağımız tenhaydı. Çok gelen giden olmazdı. Bizim üstümüzdeki dairedeki komşuların ikinci el külüstür bir otomobilleri vardı. Onun dışında da başka araba yoktu. Tabii makam arabaları gelip giderdi. Mahallemiz Cumhuriyet bürokrasisinin çeşitli kesimlerinden kişilerin yerleştiği dört sokaklı bir lojman blokuydu. Subay ve sivil bürokratlar karışık otururdu. Bakkalların üstündeki evler sanırım daha genişti. Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erderhun orada otururdu. Karşılarında da “baby” lakaplı arkadaşımız Selçuk’lar vardı. Onun da babası Lütfü Ömerbaş yargıtay üyesiydi. Hatta sonra da Anayasa Mahkemesi Başkanvekili oldu. Babam ilk taşındığımızda Milli Eğitim Bakanlığında müfettişti. Sonradan (1951) Ankara Maarif Müdürü oldu. Anımsadığım kadarıyla apartman komşularımız yine Eğitim Bakanlığında Orta Öğrenim ve Mesleki Öğrenim Şube Müdürleriydiler. Alt kata bir ara Esenboğa Havaalanı Müdürü taşınmıştı. Yandaki apartmanda Timur’un babası Burhan Göksel Hava Kuvvetlerindeydi. İlkokuldaki öğretmenimiz Ferdane Hanım karşımızdaki apartmanda otururdu. Ben dördüncü sınıfa geçtiğimde o başöğretmen oldu. Bize Fatma Turan geldi. Fatma Hanım bekardı. Sonradan ortaokul matematik öğretmenimizle evlendi. Onlar bizim mahallede oturmadılar. Ama başka öğretmenler de vardı Saraçoğlu’nda oturan. Hikmet Hanımı anımsıyorum. Atilla ağabeyimin öğretmeniydi. Babamın çok saygı duyduğu, sevdiği, ağırbaşlı bir hanımdı. Güzel bir kızı vardı. Aysel abla. Mahallede ilk nişanlananlardan biriydi. Nişanlısını gördüm ama tanımazdım. Yıllar sonra Altan Öymen’in anılarını okurken Aysel ablanın onunla evlendiğini öğrendim.
Önünde sıklıkla toplandığımız 16 numarada oturanların çoğunun benim yaşımda çocukları vardı. Yıldız, Mete, Oya, Oğuz, Gülay ve Aytuğlu. Aytuluğ’nun (Günsür) babası da subaydı. Günsürler beş ya da altı kardeştiler. Aytuluğ’nun küçük ağabeyi Teoman ağabey hepimizin çok sevdiği birisiydi. Sonra onun kızı Boğaziçi’nde benim öğrencim oldu. Hayat tesadüflerle dolu! Oğlu Mehmet ise beğenilen bir sinema sanatçısı.
Aşağı mahallede babası tiyatro sanatçısı olan bir sınıf arkadaşımı anımsıyorum. Volkan’ın babasını Orhan ağabeyim anımsattı, Coşkun Orhon’du. Cüneyt Gökçer İkinci Caddede otururdu. Onun da kızı Deniz sınıf arkadaşımdı. O da başarılı bir sinema sanatçısı.
Konu sanatçılardan açılmışken yazayım Kuzey Vargın ve Kartal Tibet de bizim mahalledendi. Saraçoğlu’nda oturmuyorlardı galiba ama bizim oralara takılıyorlardı. Kuzey, Orhan ağabeyimin sınıf arkadaşıymış. Yeni öğrendim.
Kartal Tibet bizden büyüktü. Onu radyo çocuk korosundan tanıyorduk. Cumartesi günleri saat beşte “çocuk radyosu” vardı. Biz korodaydık. Ama ben bir kez şiir de okumuştum. Seyirciler arasında Celal Bayar vardı. Şiirimi bitirince gidip onun elini öpmemi tenbihlemişlerdi. Ben de öptüm.
Ablamın sınıf arkadaşı, sonradan ünlü bir batarist olan Durul Gence’ye bayılıyordum. Çok sevimli ve benimle bile arkadaşça konuşan bir ağabeydi. Biz giriş katında ilkokulda okurken onlar ikinci katta orta okuldaydılar ve okulun büyükleri olarak ağırlıkları vardı.
4. Cad.nin Necatibey ‘e bakan evlerinden görünüm |
Sıra arkadaşım Gülçin’in babası Emlak Bankası Genel Müdürü’ydü. Evleri Dördüncü Caddedeydi. Oradaki evler daha genişti ve bizim sokaklardan kot farkıyla ayrılırdı. Bizim sokağın ortalarında bir yerden uzunca bir merdivenle yukarıya Dördüncü Caddeye geçilebilirdi. Onlar arka taraftan Necatibey Caddesi’ne bakar. Bizimkiler kadar geniş özel bahçeleri yoktur. Önleri ise hep yeşillikli ortak bahçedir. Gülçin’e ben bizim yokuştan çıkarak giderdim. Hiç merdivenleri kullanmama gerek olmazdı. Evlerimiz çok yakındı, hep beraberdik ama eve döner dönmez telefonla da saatlerce onunla konuşur, evdekileri bıktırırdım. Gülçin mahallenin en güzeliydi bence. Eh! konumuz da herhalde çoğunlukla onun hayranlarıyla ilgiliydi. Gülçin güzeldi ama ağırbaşlıydı. Ben hoplayıp zıplarken onun dans ettiğini bile anımsamıyorum.
Evet, dans benim gençlik yaşamımın önemli bir faaliyetiydi. Mahallede benim gibi dans meraklıları çoktu. Hatta dans müsabakalarına gidilirdi. Çoğunlukla gramafon eşliğinde sokakta dans ederdik. Yeni çıkan figürleri öğrenirdik. Ben iyi dans edenlerdendim ama kavalyem yoktu. İki ağabeyim de bu konudan uzaktılar. Ankara birincisi seçilen Dördüncü Caddedeki Sema ise ağabeyi ile müsabakaya girmişti. İkisi de çok güzeldiler. Zaten yukarıdakiler bizlerden biraz daha güzel olmalarıyla hep dikkatimi çekerlerdi. Belki de daha geniş apartman dairesi ve daha üst düzey memur çocukları olmasına borçluydular bu farklılıklarını. Orhan ağabeyim ise Dördüncü Caddeyi sadece “savaş yapardık onlarla” diye anımsıyor!!! Saraçoğlu Mahallesi her ne kadar ülkenin ayrıcalıklı devlet erkanının lojmanıysa da kendi içinde çok ta homojen bir yapıya sahip değildi.
Biz herhalde ortalarda bir yerdeydik. Ama ortadan hallice bile değil! Teyzem (Firdevs) (1900) ve oğlu Güner Ağabeyim (1936) kendimi bildim bileli bizimle yaşıyorlardı. Teyzemin istanbul Etyemez’de bir odası vardı gerçi ama oraya yazları giderdi. Sonra o odadan da vazgeçti. Şimdi yerinde Cerahpaşa Hastahanesinin bulunduğu bir konağın deniz manzaralı genişçe bu odasına hayrandım. Subay kocası (ayrılınca ve sonra) ölünce, önce oraya taşınmış sonra da bizimle birlikte oturmaya başlamıştı. Belki de ilk zamanlar anneme yardım için geldi. Sonradan kaldı. Kısaca üç odalı Saraçoğlu evinde sekiz kişi yaşardık. 1950lerin sonunda ev kiramızı 60 TL. olarak anımsıyorum. babamın maaşını tam olarak bilmiyordum. O dönem hakkındaki yazılanlara baktım. Babamın durumundakiler galiba 700-800 TL. alıyorlarmış. Kira çok ucuzdu ama yine de geri kalanla sekiz kişi geçinmek zor olsa gerekti. Yeni giysim pek olmazdı örneğin. Hep birilerinin eskisini giyerdim. İlkokul üçteyken ayaklarım birden büyüdü. 33 numara giymeye başladım. Sınıfım üç, ayağım 33 diye düşündüğüm için anımsıyorum. Beyaz plastik bir ayakkabı aldı annem. İğrenç görünüşlü, daha doğrusu "ben fakirim" diyen bir görünüşü olan ayakkabım çok rahattı. Ondan utanıyordum ama vazgeçemiyordum.
Ben, Güner Ağabeyim, annem, Orhan, teyzem,Atilla, ablam |
Durumumuz pek parlak değildi ama bize çok iyi yemek verirlerdi. Sabah kalkınca ve akşam yatarken mutlaka sütümü içerdim. 21 yaşıma kadar bu rutini hiç aksatmadım. Hergün iğrenerek içtiğim bir kaşık balık yağımı da ihmal etmezdi teyzem. Pazarları balık günüydü. Genellikle ucuz olduğundan palamut alırdı babam. Çok zayıfım diye zorla bir bardak kırmızı şarap eşliğinde yedirirlerdi bazen yemekleri. Teyzem annemden 14 yaş büyük olduğu için bana göre anneanne gibiydi. Yemek ve alışveriş onun üstündeydi. Babam parayı doğrudan ona verirdi. Hatta zavallı annem eline hiç para geçmediği için şikayet eder dururdu. Hani yalnız evkadını olsa arasıra yemek masrafından kesip başka ihtiyaçlar için kaynak ayırır evkadınları. Bizim evde bu mümkün değildi. Teyzem anneme hiç para vermez ve yemekten tasarruf etmezdi.
Evimiz, dediğim gibi, üç odalıydı. Odalar, banyo, alaturka tuvalet ve mutfak bir koridor üzerine dizilmişti. Girişteki misafir odasında akşamları ablamın yattığı bir sedir vardı. Küçük oda annemlerin yatak odasıydı. Arka taraftaki büyük odada beş kişi yatardık. Orada yemek yer, orada ders çalışır ya da oyun oynardık. Radyo misafir odasındaydı ama teyzemin oğlu Güner Ağabeyim bir tesisatla sesi içeriki odaya taşımayı başarmıştı. Bir de aşağıda, bodrumda her dairenin penceresiz bir depo odası bulunurdu.
Saraçoğlu Mahallesi kaloriferlidir. Ama evimiz pek ısınmazdı. Sokağın başındaki kazan dairesinden bize gelene kadar sıcak su soğurdu. Kazan dairesinin olduğu evler ise sıcaktan şikayet ederdi. Havagazı tertibatı da vardı. Banyolarda otomat olduğu için sıcak su sorunumuz da yoktu. Küvetli, alafranga tuvaletli banyomuz genişti. Ayrıca bir de alaturka tuvalet vardı. Herkesin yoksa da bizim telefonumuz da vardı. Kısaca, altyapı açısından konforlu bir evde oturuyorduk. Ama bunun pek farkında değildik. Buzdolabımız yoktu. Hatta buzdolabı olanlar yalnızca Kore Savaşına katılmış subay aileleriydi. Timur’ların da buzdolabı vardı. Yaz akşamları babam beni onlara buz istemeye gönderirdi. Ne kadar utanırdım!
İlk okuldayken ilk alınan önemli eşyamız dikiş makinasıydı. Çamaşır makinası ikinci sıradaydı. Buzdolabını Saraçoğlu’ndan taşındıktan sonra, üniversiteye başladığımda ilk taksitini bursumla ödeyip almış ve evdekilere süpriz yapmıştım. Yıl 1962. Babam bu süprizimi ne kadar sevdi onu bilemem, ama annemin gözlerinin parıltısını hala görür gibiyim.
Saraçoğlu’nda önceleri giriş katında oturuyorduk. Önümüzde taştan bir teras ve genişçe bir bahçe vardı. Terasın dibinde yabani güle hıdırellezde teyzemle birlikte küçük taştan ev yapardık. Sonunda evet, evimiz oldu. Hem onun, hem de benim. Ama o yıllar başka bir evde oturmak hiç istemezdim. Önce yan komşumuz Rauf Bey amcalar (Rauf İnan) 1952’de ev alıp Keçiören’e taşındı. Keçiören’deki ev sevimliydi ama adeta dağın başındaydı. Daha sonra üstümüzdeki komşular, Ferizcanlar yine ev alıp taşındıklarında onlara hiç imrenmediğim gibi “böyle birşey bize olmasın” diye düşündüğümü anımsıyorum. Onlar galiba 1955’de kat mülkiyeti yasası çıktıktan sonra ev aldılar. Çünkü yine uzak bir semtte, Kavaklıdere’de bir apartman dairesiydi yeni evleri. Evet, Kavaklıdere o zamanlar bana çok uzak ve tenha gelirdi.
Annem üst katta oturmak çok istiyordu. Neden mi? Taş terastan misafir odasına girip çıkmamız yüzünden her zaman temiz ve misafire hazır olması gereken “vitrinimizi” temizlemekten bıkmıştı da ondan. Biz de Ferizcanların boşalttığı daireye taşındık. İkinci kata taşınınca bahçeyle ilişkim eskisi kadar yoğun olmadı. Bahçemiz genişti. Önde ayva ve şeftali, sonra kiraz ve vişne, en arkada da kayısı ağaçları vardı. Kayısı ağaçları büyüktü. Onlara tırmanıp hayal kurmayı çok severdim. Apartmanların önündeki bahçeler çalılarla birbirinden ayrılırdı. Rauf bey amcaların yerine bir numaraya Esat bey amcalar (Esat İnanç) taşınınca önlerindeki bahçe inanılmaz güzel çiçekler ve sebzelerle donandı. Yandaki apartmandakiler de bizimkiler gibiydi. Sadece meyve ağaçları vardı. Ama onların ağaçlarını anımsamıyorum.
Bahçeleri sokaktan ayıran duvarları anlatmadan geçmek olmaz dedi ablam. Gerçekten de bahçe duvarlarımız olağanüstü estetik ve kullanışlıydı. Şöyle bir bakınca evlere bahçelere, kaldırım ve sokağa bir düzen getirir, adeta mimari resmi tamamlardı. Ankara taşından yapılma enli duvarlar evlerin konumuna göre yükselir, alçalır, ama insan boyunu aşmazdı. Üzerinde rahatça oturulduğu için duvarlar çocukların toplanma ve oyun köşeleriydi. Arkadaş gruplarının edindiği duvarlar da farklı olurdu. Örneğin, benim yaşımdakiler 16 numaranın bahçeye bakan duvarlarında vakit geçirirdik. Ablam ve kız arkadaşları ise 18 numaranın sokağa bakan duvarına otururlarmış! Hiç anımsamıyorum. O apartmanda ablamın arkadaşı Aysunlar oturuyordu. Herhalde herkesi oraya çeken Aysun Abla oluyordu. Ayrıca bizim apartmanın duvarları da alçacıktılar. Genç kızlara uygun değildi.
“Şıkşık” diye anılan teyzemin oğlu Güner ağabeyim ve arkadaşları eczanenin köşesinde dururlardı. Adeta mahallenin kapısını tutar gibiydiler. Güner Ağabeyim çok yakışıklıydı. Tab Hunter’a benzerdi.
1950 Rauf Bey amcaların taş terasıda 23 nolu apartman çocukları. İçlerinde okula gitmeyen bir ben varım. |
Arka tarafta bizim alçak bahçe duvarını aşınca okula giden ara yol vardır. Ara yolun sol tarafında duvarlarla ayrılmış. Üçüncü Caddenin arka bahçeleri, sağda ise bir toprak futbol sahası vardı. Bu yolun sonundaydı okulumuz. Namık Kemal İlk ve Orta Okulu. En sevdiğim okul!
Ön taraftan da gidilirdi tabii okula. Bizim sokakta tam Dördünci Caddeye çıkan merdivenlerin karşısına düşen yerde yine bir ara yol vardı. Bu ara yollar okul bahçesinin duvarında birleşir, okulun arka kapısına kadar uzanırdı. Hatta ikinci Caddeyi aşınca ara yol Milli kütüphanenin bahçesinin arkasından birinci Caddeye kadar devam ederdi. Ara yollar yayalar için asfaltlanmış dar ve sevimli yollardı. Etraflarında yine çalılar ve ağaçlar sıralanmıştı. Her sokaktan okul çocuklarını kestirmeden okula ulaştırmak üzere tasarlanmıştı.
1955 başöğretmen Ferdane hanım ve öğretmenimiz Fatma Turan’la birlikte İnci Bindal, Gülçin Sevgen Aliye Pekin ve ben |
Okul öncesi yıllarımı çok net anımsamıyorum. Altı yaşımdayken ilkokula kayıt ettirmeye annem beni Sarar Okuluna götürdü. Aralık doğumluyum diye almadılar. Bu olay hayattaki ilk travmamdı diyebilirim. Çok üzüldüm. Bizimkiler de benimle üzüldü. Zor bir yıl geçirdim. Üstelik 1951’e girince dönem arasında Sarar okulu öğrencilerinin bir kısmı bizim mahallede yeni açılan Namık Kemal Okuluna geçti. O yılı iyi anımsıyorum. Daha öncesi hayal meyal var. Öğleden sonraları taş terasta oynarken annemin “uyku vakti” demesi, benim direnmem ve “uyuma, istirahat et!” lafıyla ikna olup yatma rutinimi anımsıyorum. Dördümüz birden kabakulak olduğumuz yıl da henüz okula gitmiyordum galiba. Hep birlikte bahçede oynardık. Hastalık bulaşıcı diye kimseyle görüşmezdik. Ablamla bahçenin birkaç yerine “hazine” yaptığımızı anımsıyorum. Ne kadar mutluydum; ablam bana kalmıştı ve bahçede, açık havada olmamız hastalığımıza iyi gelir denmişti. “Hazine” benim sonraki yıllarda da çok sevdiğim bir oyundu. Çukulata ve şekerlerin sarıldığı renkli, desenli yaldız kağıtlarını bir cam kırığının altına parça parça kesip koyardık. Üzerine toprakla örterdik. Sonra arasıra açıp camın altında parlayan renklerin ne kadar güzel olduğuna bakardık. Acaba hazinelerim hala duruyor mu?
Okula gidemediğim yıl evde okulculuk oynadım. Annem bana plastik bir beyaz yaka almıştı. Bir de nereden kaldığı belirsiz eski, kutu biçiminde bir okul çantam vardı. İçinde ağabeyim Orhan’dan kalan kenarları kıvrık eski püskü alfabe kitabı, defter ve kalemler. Sabahları yakamı takar, çantamı alır herkesle birlikte okula giderdim. Benimle alay ederlerdi kardeşlerim tabii. Ama bütün bir yıl aksatmadan onlarla okula gitmeye devam ettim. Zil çalıp onlar içeri girince ben de eve döner, misafir odasında radyonun önünde diz çöker derse başlardım. Radyo bana kamusal alanı çağrıştırıyordu herhalde kimbilir? Şimdi bana çok komik gelse de okulculuk oynarken okuma yazmayı söktüm. Küçük harfleri bitirdim. Elyazılara geçtim. Tabii ki yazım çok çirkindi. Ama ben okuyabiliyordum! Evden okulun zil sesi duyulurdu. Zil çalınca koşarak okul gider ve herkesle birlikte eve dönerdim. Bu dönemde benimle ilgilenen Rauf Bey amcayı unutmuyorum. Benimle konuşur, yazı yazdırır, resim yaptırırdı. Yaptıklarımın birkaçını yazmakta olduğu pedogoji kitabına koydu. O kitabı uzun yıllar sakladım[1]. Sonra nasıl kaybettiğimi anımsamıyorum.
Aslına bakarsanız ilkokula başladığım yılı daha az anımsıyorum. Ama kayıt zamanı gelince babam Maarif Müdürü olmuştu. Belki biraz da bu nedenle, okulun yolunu bildiğime göre gidip kendim kayıt olmam gerektiğini söyledi. Başöğretmene gittim. Kayıt olmak istediğimi söyledim. Anlaşılan beni tanıyordu. “Tamam yaz” dedi. Bana kayıt için gerekli evrakları yazdırdı. Sonra da yandaki kaymakamlığa gidip bir evrak almam gerekti. Ama çok heyecanlandım. Sanırım o aşamada annem benimle geldi.
Gülsün’ün “ilkokul defterleri” adlı sergisinin kapağı |
Okul tam gündü ve akşam üstü saat üçte biterdi. Bazı günler diğerlerine imrenip sefertasında yemeğimi götürdüğümü ve alt kattaki yemekhanede ısıtıp yediğimi anımsıyorum. Çoğunlukla koşarak eve giderdim öğlen arası tabii. Akşam okuldan çıkınca kütüphanede biraz oyalanmak da iyiydi. Doğan Kardeş’leri orada okurdum. Eve gelmezdi. Gazetecimiz İlyas Ağabey her sabah Hürriyet gazetesi getirirdi. Bir ara babam Zafer de almaya başlamıştı. Onu biz okumazdık. Ama daha önemlisi resimli dergilerden Yelpaze ve Pekos Bill’e aboneydik. Neredeyse birer yaş arayla dört kardeştik. Ablam en büyüğümüzdü. İlk zamanlar o bizi etrafına toplar Pekos Bill’i ve Yelpaze’yi okurdu. Sonra bilmem kaç kere biz de üstünden geçerdik. Ara sıra da “La Famila” diye bir dergi alırdı annem. Kapağının başında bir anne ve iki kızı olan. Onu bize benzetirdim.
Sınıf arkadaşlarımı çok sevdim. Önemli bir kısmı yetişkinliklerinde başarılı akademisyenlere katıldı. Ama hiç kuşkusuz aramızda en ünlüsü Gülsün (Ebcioğlu) Karamustafa’dır. Hem zeki, hem yetenekli, hem de sağduyulu bir sanatçı olarak onun her dönemde yaptığı farklı işlerini hep beğeniyle takip ettim.
Yahya Galip Caddesine bakan yan bahçemizde büyük bir çamaşırlık vardı. Oraya kimsenin çamaşır astığını anımsamıyorum. Demir direklerine benim için bebeklere yapılan türde bir salıncak yapmışlardı. Onun içine yatar derin düşüncelere dalardım. Ne olmak istiyorum; ne yapmalıyım gibi. Bir ara babam o yan bahçeye bir kümes yaptırdı. Gayet şık modern bir kümes. Bir horozumuz ve dört-beş tavuğumuz vardı. Tavuk yumurtalarını özel bölmeyi açıp almak çok keyifliydi. Sık sık yoklardım yumurta var mı diye. Hatta bazen varsa hemen orada kırıp kafama dikerdim.
Yahya Galip Caddesinin karşı tarafı kışlaydı. Arada bir yanık asker türküleri gelirdi kulağımıza. Onun arkasında da subay evleri vardı. Annemin bir kuzeni otururdu subayevlerinde. Bizimkilerin yanında adeta gecekondu gibiydiler. Çok ilkel, tek katlı evlerdi. Herhalde genç subaylar için yapılmışlardı. Yoksa bizim mahallede de bir sürü subay otururdu. Subayevlerinde herkesin emir eri de vardı. Annemin kuzeni emir erine yerleri sildirdiğini söylemişti ve benim bu çok ağırıma gitmişti. Bizim mahallede emir eri olan kimse yoktu sanki. Belki yatacak yer yokluğundan, belki de vardı da hiç görünmezlerdi. Ama evlerine girip çıktığım subay ailelerinde ne emir eri, ne de hizmetçi olarak alınan evlatlık anımsıyorum. Orhan ağabeyim beni düzeltti. Çoğu subayın emir eri varmış ama sabah gelip akşam giderlermiş. Bir arkadaşının evlatlıkları olduğundan da söz etti. Demek ki varmış ve benim aklımda Saraçoğlu’na ilişkin hep güzel anılar kalmış!
Evlatlıklar benim özel araştırma konum oldu yıllar sonra. O yıllarda bizim aramızda evlatlık gibi görünmeme telaşını anımsıyorum. Saçlarımı katkat kestirirdim berbere, evlatlıklarınki küt düz kısa olduğu için. Eteğimin boyu da aynı nedenle gereğinden uzun olmamalıydı. Yakınlarda “Dersimin Kayıp Kızları” başlıklı bir kitap okudum. 1930-40 larda genellikle subay ailelerine “evlatlık” adı altında hizmetçilik yapmak için alınan/verilen kız çocuklarının çektikleriyle bizim yaşadığımız çocukluk yılları ne kadar tezat! Sanki aynı ülkede değil de evrenin başka dünyalarındaymışız gibi, yıldızlar kadar uzakmışız birbirimize. Evlatlıkları düşünürken Saraçoğlu’ndaki yaşantımızdan utanır oldum. Hatta orayı sanki dün bırakmış gibi özlemekten, şimdiki haline bakıp üzülmekten de kısmen utanç duyuyorum. Bu duygunun bir biçimde yüzleşmek olduğunu düşünüp avunuyorum.
Yahya Galip Caddesi’nin sonunda bizim görebileceğimiz yakınlıkta Polis Koleji vardı. Şimdi Polis Akademisi olarak hala duruyor sanırım. O zamanlar yarısı polislerin, yarısı jandarmanındı. Halka açık bir sinema salonu vardı. Orada Avare filmini tam dört kez izlemiştim. Bütün mahalle çocukları birlikte giderdik.
Polis Kolejinden sonra Anıttepe’ye doğru hemen hemen hiç ev yoktu. Anıtkabir yapılmaktaydı. Seksek oynarken inşaattan aldığımız şahane pembe mermerlerimiz olurdu. Tek tük evler yapılmaya başladığı sıralar oraları babamla gezip ilkokul arsası aradığımızı anımsıyorum. Genişçe bir boşluğu ilk görüp babama “işte! burası olabilir” dediğimi ve babamın da oraya Anıttepe İlkokulunu yaptırdığını da anımsıyorum. Zaten onun işinin en önemli parçası ilkokul açmaktı sanki. Bitmez tükenmez bir gayretle hafta sonları köy köy dolaşır, okul açmak için girişimlerde bulunurdu. Bu arada Ankara köylerinde arıcılık, tavukçuluk, kavak ekimi gibi köylüye yan gelir getirecek işleri de yaptırabilecek bir ekip kurmuştu. Sonraları 1950’lerde nüfus artış hızının en yüksek düzeye ulaştığını ve çocuk nüfusun olağan üstü hızla artığını okuduğumda babamın okul açmak için neden o kadar çırpındığını anladım.
1953 ya da 1954 yıllarıydı sanırım, Amerikalı ünlü komedyen Danny Kaye, UNICEF’in barış elçisi olarak Ankara’ya gelmişti. Babam onu gezdirmiş, okullara götürmüştü. Çok iyi anlaştıklarını söylerdi. Ama nasıl? Babam İngilizce bilmez, onun ise Fransızca bildiğinden şüpheliyim. Amerikalılar da Türkler gibi dil öğrenmeye pek meraklı değiller. Babam beden dilini kullanmasını iyi bilirdi. Belki de o yüzden anlaşabildiler. Annemle de önümüzde hiç münakaşa etmezler, ama sertçe bakışırlardı.
Galiba Danny Kaye’le birlikte okula Amerikan çocuklarının Türk çocuklarına hediye olarak gönderdikleri büyükçe bir kalem kutusu içinde boya kalemleri, silgi, kalemtraş gibi ganimetler gelmişti. Eminim bu hediyeler bizim gibi örnek olarak gösterilen bir iki okula dağıltıldı sadece. Süt tozu ve Amerikan peynirleri de geldi. Okulda süt tozundan süt yapıp dağıtırlardı. Tadı çok kötüydü. Bir kezden sonra ağzıma koymadım. Hele o kavuniçi renkli Amerikan peynirlerinden nefret ediyordum.
Annem ve babam yeni koltuklarımızda! |
Babam o kadar yoğundu ki, evde olduğu zamanlarda da ya annemle komşulara giderler, ya da komşular bize gelirdi. Yani bir türlü ailecek yalnız kalamazdık. Bu yıllarca benim derdim oldu. Annemin derdi ise misafir odasında doğru dürüst bir koltuk takımımızın olmayışıydı. Hasır koltuklarımız vardı ve annem onlardan kurtulmak için çok uğraştı. Sonunda kollukları tahtadan olan altı koltuk evimize geldi. O koltuklardan ikisi halen Boğaziçi Üniversitesindeler. Önceleri benim ofisimdeydiler. Şimdi birisi eskilikten koridora kadar düştü ama hala yaşıyor!
Misafir odasını şıklaştıran nesneler, ne koltuklar ne de kütüphaneydi. Bence annemin özenle büyüttüğü çiçekler o odaya inanılmaz bir sihir katıyordu. Kuşkonmazı vardı, yaprakları tüy gibi, küpe çiçekleri ve olmazsa olmaz bir kauçuk ağacı. “Kılıç çiçeğinin boyu bir metreyi aşarsa ev sahibi olunurmuş” derdi. Ama ne kadar bakarsa baksın boyu hiçbir zaman bir metreyi bulmadı. Zavallı anneciğim ölene kadar kiracı olmaktan kurtulamadı. Belki de bu yüzden.
Annem roman okumaya pek meraklıydı. Çoğunlukla aşk romanlarını seviyordu o zamanlar. Milli Kütüphane’nin Kumrular Sokakta açtığı “Yeşil Kütüphane”ye üyeydi. Oradan ödünç roman alır, okuyup iade ederdi. Tabii ablamla ben de hemen bu kitaplara dadandık. Annem en çok A. J. Cronin’i severdi. Eh! Biz de bu nedenle onun bütün romanlarını okuduk. Evdeki kütüphanemizde Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı daha kaliteli romanlar yok değildi, ama ne annem, ne de bizler o kitapların resmi kapakları yüzünden onları okumaya çok hevesliydik. Ancak, elimde kitap kalmamışsa oradan çeker birşeyler okurdum. Sonraki yıllarda o kitapların değerini anladım ama ne çare! İlk okuduğum kitap Pinokyo’dur. Babam hediye etmişti. Gözüme kalın gözüktüğü için ilk anda ürktüğümü, ama sonra bitirince çok keyiflendiğimi anımsıyorum.
Annem dikiş makinasını aldıktan sonra kıyafetlerimiz arttı. Ortaokuldayken dikiş makinasını kullanmak benim için bir tutku haline gelmişti. Bir yaz dikiş kursuna da gittim. En önemli eserim uçları kırmızı beyaz fistolu katkat beyaz bir jupondu. Onu kollalayıp giydiğim zaman 19. yüzyıl kadınlarının elbiselerinin kısa görünümüne bürünürdüm. Rock’n roll yaparken o kat kat juponun kırmızı fistoloları sıra sıra gözükürdü herhalde ki arkadaşlarım da juponuma hayrandı.
Kabul günlerine giderken giydiği bele oturan tayyörünü annem Kız Enstitüsünde diktirmişti. Bir de ağabeyimler sünnet olacağı zaman hepimize birer elbise dikilmişti. Ben benimkini hiç beğenmeyip ablamın kıyafetini kıskandığımı anımsıyorum. Çok görkemli bir sünnet düğünüydü doğrusu. Gerçek bir düğün gibi! Ağabeylerime saatler, dolma kalemler gelmişti. Birini bile bana vermediler! Çok beğendiğim gümüş küllükleri sanırım Orhan hala saklıyor. Birkaç tane de pasta takımımız olmuştu. Bazılarını gündelik, bazılarını misafirlik yapmıştık. Sanırım gelen hediyelerle annemler masraflarını çıkartmıştı. Bizlere de uzun yıllar konuşacağımız tatlı anılar kaldı. İstasyon yolu üzerindeki Demirspor Lokalinde yapılmıştı sünnet düğünü. Karagöz de oynatıldı.
Sol başta ayakta annem ve yanında babam. Yine bir kokteyldeler. |
Babam hep takım elbise ve kravatlı olurdu. Evde ev pantalonu ve gömleğinin üstüne giydiği ya bir hırka ya da V yaka süveteri vardı. Düşünürken gür gri saçlarını tersinden tarar, elektrikler saçardı. Ayakkabısının altı hep delikti babacığımın. Eve tavuk aldığında da en sevdiği yerin boyun olduğunu söyler, tavuğu bize bırakırdı. Ağırbaşlı, çalışkan, dürüst, iyi niyetli bir adamdı. Çok yaşamadı. Onu anarken hala burnumun direği sızlar.
En büyük keyiflerimizden biri annemlerin resmi bir kokteyle gittikleri akşamın sabahında onların yataklarına tepsiyle çaylarımızı götürüp yatağın üstünde hep birlikte sabah keyfi yapmak ve bir gece önceki olayları dinlemekti. Annem küçücük gece çantasına bizim için çukulata, fıstık gibi şeyler koyar, sabah bizlere dağıtırdı. Gece kıyafetlerini genellikle Yıldırım Beyazıt Kız Enstitüsünden o gece için ödünç alırdı. Hatta bir kez işlemeli cepkenli şalvarlı bir kıyafet giyip gitmişti.
Benim için yaz akşamları Saraçoğlu Mahallesinin en keyifli zamanlarıydı. Yaz akşamları yemeği zar zor yer dışarı fırlardık. Akşamları oynanan oyunlarda kimse dışlanmaz, büyük, küçük, kız, erkek hep beraber olurduk. Birlikte biraz uzakça sayılan, Güven Parkına gittiğimiz de olurdu. Büyükçe sayılan erkek çocukları havuzda yüzüp bize gösteriş yapardı. 16 numaralı apartmanın önünde gramafonla dans ettiğimizi de anımsıyorum. Saklambaç oynarken evlerin altındaki tesisat koridorlarından geçerek bulunmaz oluşumuzu da. Hiçbir apartman kilitli olmazdı. Dolayısıyla, bir apartmandan girip dörtbeş apartman sonrasında çıkmak mümkündü. Yani doya doya oynadık çocukluğumuzda. Korkusuz, neşeli ve sağlıklıydık. Mahalle ortamımızın bu güzel çocukluk yıllarına katkısı çoktu. Binalar sarı badanalıydı ve biz otururken hiç boyalar yenilenmedi. Ankara dışındaysak bir süre sonra mahallemizi özlerdim. Özlemimin rengi sarıydı. Sarı Saraçoğluydu.
Benim Ankara diye bildiğim yerler kısıtlıydı o yıllarda. Kızılay, Bakanlıklar, Maltepe civarında geçerdi günlerimizin çoğu. Arada bir ablamlara takılıp onlarla Kavaklıdere’ye uzun yürüyüşlere çıkardım. Annemle sebze haline gitmesini de çok severdim. Demek ki o yıllar yakınlarda bir semt pazarı yokmuş. Babam köylere giderken ara sıra beni de götürürdü. Benim dünyamda bizler, yani Saraçoğlundakiler, vardık ve köylüler vardı. Ankara’daki herkesi bizim gibi bilirdim. 250 bin nüfuslu bir kentte belki de memurların oranı görece fazlaydı. O yüzden sinemalarda, Kızılay’da, okulda, sokakta da hep bizim gibiler vardı. Memur olmayanların, çok yoksul, çok zengin kentlilerin oturdukları semtlerle sık ilişkimiz yoktu.
Hiç Ermeni ya da Yahudi tanımamıştım. Rum olarak bildiğim Mösyö Foti Kızılay’da Trakya Şarküterinin sahibiydi. Küçücük dükkanı her zaman kalabalık olurdu. Çok zarif bir beydi. Babamla candan ve kibar bir biçimde konuşurlardı. Oradan arada bir tarama, rus salatası, füme dil alınırdı. Özellikle babamın ve bizim çok sevdiğimiz Necdet (Güneş) Bey amcaların ailecek akşam yemeğine gelecekleri zaman. Bir yandan yemek yenir, bir yandan şarkılar söylenir, harika geceler yaşardık bu aile ile. Kızları Yıldız ve Meral’in de sesi güzeldi. Birlikte yaz tatillerine de giderdik.
İstanbul’da Mediha teyzemlerin en yakın komşuları da Rumdu. Kızları Tasula ve oğulları Yani’yi anımsıyorum. İstanbul’a gidince mutlaka onlara gidilir, kaşıkla reçel ve arkasından su ikramlarını yerdik. Suyu içmeyip kirlettiğimiz kaşığı mı koyuyorduk yoksa? Benim bunu bir türlü öğrenemeyişimi ve Tasula’nın ikram yaparken kıkırdamaya başladığını anımsıyorum. Teyzemler Tasulaları 6-7 Eylül olayları sırasında sakladıklarını, sonradan da evlerini satıp ailecek Yunanistan’a göç ettiklerini üzülerek anlatırlardı. Tabii aynı nedenle Mösyö Foti de dükkanını kapatıp gitti.
Babamın ilk gecekondulardan heyecanla söz ettiğini ve beni gecekondu görmem için Kazıkiçi Bostanları diye anılan Dışkapı’nın arkalarında, Altındağ taraflarındaki yerlere götürdüğünü anımsıyorum. Onun ilgilendiği konularla ilgilenmemi istiyordu anlaşılan ve de bunu başardı.
Saraçoğlu’nun sihri ortaokulu bitirip liseye başladığım yıl bozulmaya başlamıştı. Ablam Dil-Tarihte okuyordu. Onlara daha çok takılır olmuştum. Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yapılan Cumartesi konserlerini kaçırmazdık. Önce giden yer tutardı. Gençlik hareketlerine de katılmaya başladım. Kendimden pek memnun olmadığım yıllar başladı. Hiçbir şey bilmiyordum ve hala üniversiteye gitmem için ne çok zaman vardı. Gecikmişlik peşimi bırakmayan bir lanet gibiydi adeta!
Yine bir sürü kararlar aldığım günler yaşadım. Ne olmak istiyorum? Erkek arkadaşım olmalı mı? Zayıf değil, resmen sıskaydım. “Bu sıskalıkla beni kim beğenir” diye üzülüyor ama kilo alamıyordum. Neyse bir gün arkadaşlarımla Kızılay’da (Atatürk Bulvarı’nda) volta atarken bir grup erkek çocuğunun içinden biri ayrılıp bana konuşma teklif etti! Dünyalar benim oldu. “Tabii hayır! ama çok teşekkür ederim” deyince hem bizim kızlar, hem de oğlanlar kahkayı patlattı. Evet, önemli bir karar almıştım. 18 yaşına gelene kadar kimseyle çıkmayacaktım. Ondan sonra özgür bir birey olarak kendim ne yapmak istersem yapabilecektim!! Sıskalığım sayesinde sözümü de tutabildim!!
Mahallede sonradan geldikleri için bize pek bulaşmayan Aysel adında bir kız vardı. Ablamdan küçük, benden büyük güzel bir kız. Orta Doğu yeni açılmıştı. Barakalarda ders yapıyorlardı. Aysel ODTÜ Mimarlığı kazanmış ve bana bilmeden yön vermişti. Evet, ben de ODTÜ mimarlığa gidecektim. Ama olmadı. 27 Mayıs ihtilali (1960) bütün yaşantımızı allak bullak etti. Babam istanbul’a sürgüne gönderildi. Ablamı yalnız bırakmak istemedikleri için biz Ankara’da kaldık ve Saraçoğlu’ndan taşındık. İkinci ve daha büyük travmam böyle başladı.
Babamın kıt maaşı ikiye bölünmüş ve o maaşla Kurtuluş’ta sobalı küçük bir daireye taşınmıştık. Yıllarca oluşturduğum tüm kimliğimi kaybetmiştim sanki. Saraçoğlu’da yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu o zaman anladım. Kendime güvenim babamın tasfiyesiyle sıfırlanmıştı. Bundan sonra politikaya, askerlere, yüksek bürokrasiye güvenmeden, hatta onlardan uzak durup yalnızca kendi çabalarımla yaşama serüvenine yeniden giriştim. Ekonomik statüyü zaten hiçbir zaman bilmediğimden öyle bir hırsım hiç olmadı. İnsan gibi yaşamak! Saraçoğlu’ndaki gibi yaşamaktı hedefim.
Benim Saraçoğlu efsaneme benziyen yaşama galiba son yıllarımda nihayet erebildim. Kaloriferli ve sıcak suyu olan bir evim var. Hala yaz akşamları sokağa oynamaya çıkan çocukları olan bir mahallede (Bomonti, İstanbul) yaşıyorum. Babamın erdemlerine benzettiğim adamla evlendim. Onu ve mutluluğumuzu elimden kaçırmamaya gayret edip, arada sırada eve palamut alabiliyor ve eskiden olduğu gibi sık sık sinemaya gidebiliyorum. Artık aşk romanları yerine anı kitapları okumak daha hoşuma gidiyor. Evde gözüm gibi sakladığım babamın kütüphanesini Türk edebiyatına ayırdım. Annemin çiçekleri gibi saksılarımla salonumuzu süsledim. İyiyim yani.
15 Ocak 2013 - Bomonti
[1] Rauf İnan (1952) Okuma ve Yazmaya Başlama Temrinleri-Çocuğa Göre Okulda Eğitim ve Erdirim, Inkilap.