* Fotoğraf: Canva
"Yaşamak görevdir bu yangın yerinde
Yaşamak, insan kalarak"
- Ataol Behramoğlu
Gün geçmiyor sanat ve sanatçı haberleri üzerinden biraz daha yoksullaştırılmadan ve yoksunlaştırılmadan.
Absürt şehir heykellerinden tutun da iptal edilen festival ve konserlere, özellikle kadın ve kuir sanatçıların giyim kuşamından sözlerine dek gözaltılar ve son olarak istek parçaya karşılık veremediği için öldürülen sevgili Onur Şener'e kadar şiddet ve kıyım günden güne dozunu arttırıyor.
Elbette bu tutumu feminist kadın ve kuir hareketlerinden, her geçen gün adım adım geriye götürülen temel insan haklarından azade düşünemeyiz.
Açıkça görülebileceği üzere, bu saydıklarımda ortak tek bir nokta var: Her birinin temel insan hakkı mücadelesi olması ve bu yolda kendilerini kaybedenleri ayıltarak örgütleme kapasitesine sahip olması.
Halktan, halkın sorgulama, reddetme ve dönüştürme potansiyelinden korkan her rejim de şaşırtıcı olmayacağı gibi bu potansiyeli söndürmeye, yetmez ama evet, öldürmeye kast edecektir.
Bunu anlamakla birlikte, kabul etmediğimizi yazmak, haykırmak, sanatımız her ne ise onu yaşamaya ve yaşatmaya her zamankinden daha yüksek oktavla devam etmek bu noktada bize tek düşen. Bu bağlamda, bir sanatçı gibi yaşayıp bir sanatçı gibi aramızdan ayrılanlara ithaf ettiğim tezimle düşünmek, düşündürmek ve dönüştürmek istediğim kimi kemikleşmiş hatalar üzerine çalışmamı paylaşmak istiyorum ben de sizlerle.
Hiç "sanat yoksunluğu" veya "sanat yoksulluğu" diye bir şey duydunuz mu? Kuvvetle muhtemel, duymadınız.
En içimden hissettiğim ve fakat çoğu zaman fark bile edemediğim şeyin ne olduğunu anlamaya çalışırken koydum adını, sanatın varlığında ve yokluğunda ne hissettiğimi düşünürken ekmeğin, suyun, öğrenmek istediğim bir becerinin, Arap Alevi olduğumu başıma geleceklerden korkmadan paylaşabileceğim bir ortamın ve daha birçok şeyin varlığında ve yokluğunda hissettiklerimden farklı olmadığını fark ettiğimde.
Doğru mu hissediyorum? Bir ben miyim acaba bunu hisseden? diye düşünüp soruyu sorunsallaştırdığımda Türkiye'de pandemi henüz başlamıştı. Hızlıca bir literatür taraması yapıp boş bir ekranla karşılaştığımda ise galiba yanlış düşünüyorum yoksa şimdiye kadar böyle bir şey neden çalışılmasın deyip araştırmalarımı derinleştirdim. Ancak evet, gerçekten de çalışılmamış!
Bunun sebeplerini hepimiz kolaylıkla tahmin edebiliriz elbette ama o an için bende soğuk duş etkisi yarattığını inkâr etmeyeceğim. Zaten çok geçmeden de cevabımı aldım: SARS-CoV-2 bile sanatla aktive oluyormuş! Dramatik ironi bir yana, şimdi sizinle buradan hareketle başladığım ve Ocak 2022'de tamama erdirdiğim doktora çalışmamın bazı önemli bulgularını paylaşacağım. Ama önce biraz çerçevemden bahsedeyim.
Dünyanın bütün "büyük karar vericileri!"
Her şeyi yanlış yapıyorsunuz!
İçinde "sanat yoksunluğu"nun yer almadığı bir yoksulluk tanımı, bu tanıma dayalı yoksulluk ölçümleri ve bu ölçümlere dayalı yoksulluğu azaltma/yok etme politikaları eksik, yanlış ve sorunludur iddiasıyla yola çıktığım doktora tezimi sanat, yoksulluk ve ölçüm üçgeninde karşılaştığımız ilişkileri anlamaya çalışmak üzerine kurdum.
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Sosyal Araştırma Yöntemleri anabilim dalı ve Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat bölümü Yoksulluk Çalışmaları alt bilim dalı ortak doktora öğrencisi ve YÖK 100/2000 Doktora bursiyeri olarak amacım, kendimden yola çıktığım bir iç sıkıntısının hem bireyler ve ülkeler arası düzeylerde hem de yalnızca bilinç seviyesinde değil gündelik hayat pratiklerimizde de nasıl konumlandırıldığını anlamak ve göstermekti.
Sanat deyince aklımıza fildişi kulelerin, yoksulluk deyince kör kuyuların, sanat ve yoksulluk dediğimizde de illa ki birinin diğerinin nesnesi olduğu önermelerin geldiği ilişki ağlarının ortodoks modernitenin beraberinde getirdiği belirlenimcilik ve indirgemecilik gibi kavramlardan azade olmadığını düşünüyorum. Bu minvalde, ikiliklerin ve ikilikler arası hiyerarşilerin düşünce biçimlerimiz, bakış açılarımız, yaşam pratiklerimiz ve bilimsel verilerimiz üzerindeki hakimiyetini ve olumsuz etkilerini her düşündüğümde dehşet içinde kalıyorum.
İnsanı yalnızca beden ve ruhtan oluşan bir varlık olarak düşünüp bedensel ihtiyaçlarını öncelemek ve karşılanmadığında yoksulluktan dem vurmak bu ikilikler arası hiyerarşilerin başımıza ördüğü bir çorap örneğin.
Elbette zaman ilerledikçe bu bakış açısının açmazlarını açmaya çalışıyor ve çok boyutlu bir şekilde yoksulluğu ele alıp anlamlandırmaya çabalıyoruz. Eğitim diyoruz, sağlık diyoruz, hizmetlere erişim diyoruz... Ama sonra yine gidip "derin yoksulluk" diyoruz.
Derin yoksulluktaki vurgu neye? Açlık sınırının da altında kalmaya, yani aslen bedene, fiziksel bir ihtiyaca, fiziksel bir ihtiyaç ile ruhsal, kültürel, zihinsel başka bir ihtiyaç arasındaki hiyerarşiye, değil mi?
Halbuki açlık sınırının da altında olup temel ihtiyacını gıda olarak değil de potansiyelini açığa çıkarmak, sanatsal enerjisini bir edime dönüştürmek olarak belirleyen insanlar da var veya tam tersi, açlık sınırının altında olmayıp sanatını icra edemediği için, bir şekilde üretemediği için derin bir yoksulluğun eşiğinde insanlar da var.
"Hadi canım oradan" demeyin
Buradan bakınca, davranışlarda, lafta ve hatta akıllarda - bir anlığına bile- "hadi canım oradan! Ne kadar da lüks bir durumdan bahsediyoruz; birileri aç, biz de diyoruz ki sanat! Sanatla karın mı doyar? Önce karnı doysun da sonra düşünürüz tiyatroyu, dansı vs." düşüncesi oluşuyorsa, burada üzerine kafa yorulması ve çözülmesi gereken birden fazla sorun var demektir.
Bu sorunlardan ilki, biz kimiz de kimin yoksul olduğuna, kimin temel olarak neye ihtiyacı olduğuna karar verebiliyor ve koca bir grup insanı eksik ya da fazla bir şekilde bu ölçümlerin içinde veya dışında konumlandırıyoruz? Bu insanlar arası, ihtiyaçlar arası kategorik bir ayrım ve hiyerarşi değil de nedir?
İkincisi, sanattan ne anladığımıza da bir bakmamız gerekmez mi sizce de? Tıpkı yoksulluktan ne anladığımızın problemli oluşu gibi, sanattan ne anladığımız da problemli belli ki! Mülkiyet ve yoksulluk mefhumlarından çok önce hayatımızda olan, varoluşsal bir ihtiyaç, bir temel hak ve bir gündelik hayat edimi olarak sanat, ortaya çıkmak için önce yemek, içmek, barınmak, güvenlik gerektirmez, her şeyle beraber oluşur.
Ama sanatı yalnızca eğitimlilerin, maddi olarak zenginlerin veya çok yeteneklilerin erişimine açıp yoksulluğu da yukarıda bahsettiklerimize kapatıp fiziksel, nesnel ihtiyaçların karşılanamaması gibi anlamlara hapsettiğimiz için daha bilinç düzeyinde bile ikisini yan yana getiremiyor, bir "lüks" kavramı icat ediyoruz.
Halbuki, Carl Gustav Jung'dan esinle, Yazma Cesareti: Acının Yaratıcılığa Dönüşümü kitabında Nihan Kaya'nın da iddia ettiği gibi, her insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir enerjidir sanatsal enerji ve en az yaşam enerjisi ve yaratıcılık enerjisi kadar da kıymetlidir (2019).
Peki kimilerimiz içlerindeki sanatsal enerjiyi açığa çıkarabiliyor kimilerimiz açığa çıkaramıyorsa, çıkaramayanlarımız bu enerjinin yoksunu sayılmaz mı? Sayılırsa, bir problem var; çünkü yoksulluk çalışmaları yoksulluğu ölçerken bunu saymıyor ve daha büyük bir yüzdelik dilim yoksul çıkacakken, yoksul kesimler değişecekken, dolayısıyla yoksulluğu azaltma politikaları da değişmek durumunda kalacakken bunun üzeri profesyonelce örtülmüş ve buz dağının yalnızca görünen kısmıyla sorun çözülmeye çalışılarak suda oynanmış oluyor.
Sayılmazsa da bir problem var: Neden? Bunu saymamak birilerinin çıkarlarına hizmet ediyor olabilir mi mesela? Devlet olarak "yoksul" addettiğiniz kişilere göstermelik sosyal yardımlarda bulunmak ve onları kendinize bağımlı kılmak ne kadar da alkışı hak ediyor değil mi? Öteki türlü, sanata ve sanatsal faaliyetin her biçimine yatırım yapmak ve kendinize potansiyel muhalif yaratmak -en basit ifadeyle- biraz cesaret istiyor. Yatırım yapmayı bir kenara bırakalım; en basitinden, üzerindeki baskıyı, tahakkümü, hem edimsel hem söylemsel düzeydeki şiddeti itiraf ve bertaraf etmek gerekiyor.
Maddi yoksulluk ve manevi yoksulluk
Tüm bunları sorunsallaştırmaya ve sanatın neden yoksulluk ölçümlerinin içinde olması gerektiğinin zeminini kurmaya çalışırken sevgili tez danışmanım Doç. Dr. İlknur Yüksel-Kaptanoğlu ile nitel bir araştırma tasarladık.
Daha önce hiç çalışılmamış konularda zemini kurmaya en elverişli yöntemlerden biri olan Gömülü Yöntem aracılığıyla, sanatçılar, akademisyenler, kamu ve sivil toplum temsilcileriyle 5 ay boyunca derinlemesine mülakatlar ve odak grup görüşmeleri gerçekleştirdim ve her biri çok özel ve biricik olan bu insanlarla tez konumu detaylıca tartıştık. Tanımlarımızın ne kadar da dışlayıcı olduğunu ve ne tanım yaparsak yapalım bu dışlayıcılıktan kurtulamayacağımızı fark ettik.
Ama ne kadar az dışlayıcı olursak o kadar iyi bir tanım yapmış olacağımızın bilinciyle, olabildiğince kapsayıcı ve yapıcı bir yerden konuyu enine boyuna irdeledik. Buna göre, kamu temsilcileri kategorisinde yaptığım derinlemesine görüşmecilerden SCD'ye [1] göre yoksulluk,
... (düşünüyor) Şöyle söyleyeyim; yani çok genel anlamda, yoksulluk maddi ya da manevi olarak belli bir ortalamanın altında, olması gerekenin altında olması durumudur ya da bir şeylerin yoksunluğu, eksikliğinin olması durumudur. Bu maddi olarak tabii ki en temel hayati şeyler, temel ihtiyaçlar, yeme, içme, barınma olabilir. Manevi olarak ya da şey anlamında da yine temel insani ihtiyaçlar, belki sosyalleşme, belli bi sanata, kültüre, kültürel verilere erişme ya da bunları yaşama, üretme eksikliğidir diye düşünüyorum.
SCD'nin yoksulluğu maddi ve manevi olarak ayırması bize çok şey anlatıyor. Kavramsal olarak maddi ve manevi diye ayırma ihtiyacı duyduğumuz bu olguyu ölçerken manevi kısmını neden göz ardı ederiz? Tam anlamıyla ölçemeyeceğimiz gerçeği bizi onu tamamıyla dışarıda bırakıp yok saymaya mı götürmeli?
Metodolojinin etiği ve etik metodoloji tartışması yürüttüğümün farkındalığıyla, gündelik hayattaki etik anlayışımızın araştırma etiği anlayışımızdan ayrıştırılamayacağını düşündüğümü de belirtmek isterim.
Gündelik hayatta manevi veya kültürel bir yoksulluk ve yoksunluk hissini iliklerimize kadar deneyimliyor, teorik ve pratik olarak bunun varlığını kabul ediyor ve fakat metodolojik olarak bunun verisini üretmiyor, yok sayıyor, görünmez kılıyor, eksik bırakıyor, ötekileştiriyorsak bu -en yalın haliyle- bir çelişkidir ve çok da politiktir.
Temel ihtiyaçlar
Öte yandan, SCD'nin değindiği bir diğer altı çizilmesi gereken nokta, yoksulluk bağlamında gerçekleştirilen çoğu anket veya araştırmaya "kültürel/sanatsal faaliyetlere katılım" şeklinde minik bir maddeyle iliştirilen sanat ve kültürün verilere erişim, yaşama aktif dahli ve üretim boyutlarındaki eksikliğine de vurgu yapmış olması.
Sanat ile hemhal olmayı yalnızca tüketim bağlamında ele almak ve sanat eğitimi, üretimi, icrası, arşivlemesi gibi pek çok boyutunu dışarıda bırakmak bizi anlamaya çalıştığımız konudan birkaç fersah daha da uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Konuya insanlığın doğasına içkin bir şekilde var olan sanatsal enerji bağlamında yaklaştığımızda, sanat ile hemhal olma halleri yalnızca bir tüketim veya belli bir kesimin üretebildiği bir edim olmaktan kendiliğinden çıkıyor. Doğal olarak, bu kadar bize içkin bir gerçekliğin en temel hak, ihtiyaç ve gündelik hayat pratiği olması gereken yerde politik, ekonomik, söylemsel, sosyo-kültürel ve dahi bireysel gerekçelerle bizden uzaklaştırılması yoksulluğumuzu daha da derinleştiriyor.
Peki temel ihtiyaç, temel ihtiyaç dediğimiz nedir? Kimin temel ihtiyaçları? Kim belirliyor bunları? Ve neye göre belirliyor? TT bir sivil toplum emekçisi, aynı zamanda da bir sanatçı. Ona göre;
... bence kimlik temel ihtiyaçlardan biridir! Eğer kimliğimi yaşayamıyorsam bu benim yoksulluğumdur diye tanımlayabilirim. Dolayısıyla "temel ihtiyaç" dediğimiz şey sadece ertesi gün yeniden çalışmaya ve üretmeye devam edebileceğimiz, telaşeye alabileceğimiz bir şey değil. (...) Yani meseleye böyle temel ihtiyaçları nasıl tanımladığımızla bakarsak eğer bu sadece işte 4 yumurta, 8 bilmem ne, şu kadar ekmekle açıklanabilir bir durumdan zaten kendiliğinden çıkıyor.
"Yoksullar"
Aşikardır ki bilim bir asgari müşterekte birleşip onun üzerinden genele hizmet edecek bir çerçeve çizmeye çalışır. Ancak ya bu asgari müşterek konunun asıl öznelerini dışarıda bırakan üsttenci bir bakış açısının ürünüyse? Bir sanatçı, akademisyen ve sivil toplum temsilcisi olarak LN bu durumu bir paradoks olarak yorumluyor:
Tabii yani biz gevrek ve şey üzerinden ölçmeyi seviyoruz yoksulluğu, yani yemek içmek üzerine dayalı bir şey. Kuşkusuz çok sahici bir şey yani barınma hakkı temel haklar arasında ama işte bu hiyerarşi içerisinde insanı -az önce söylemeye çalıştığım- insanı insan yapan temel şeyin bir hak olarak görülmemesi, bunun bir lüks nesnesine dönüşmesi tam da paradoksun kendisini oluşturuyor.
İktisat anabilim dalından bir akademisyen olan TBC ise bu soruyu şöyle irdeliyor:
Yani yoksulları kategorize eden de bizleriz, toplumun üyeleri olarak ama, böyle bir kategori var ve onlar yardıma muhtaç insanlar, yardım edilirse hayatları daha iyi olacak değil. Yoksulluk bu kadar belki de homojen olamayacağı için, yani bu tanımın içindeki insanlar homojen olamayacağı için, böyle kategorilerde de baştan bir sıkıntı var ve o baştan yol almamızı engelliyor. Yani şöyle bir şey var, en azından ben iktisatçıların çalışma alanlarında hep onu görüyorum, belli bir noktaya ulaştığında, maddi gelire ulaştığında bu sorun çözülecek sanki. Halbuki her şey belki de orada başlayacak.
"yoksullar": Bizlerin -bilim insanı, politika yapıcı, vatandaş kimliklerimiz ayırt edilmeksizin hepimizin- el birliğiyle oluşturduğu bir kategori, söylemsel ve politik düzeylerle içselleştirildikten sonra artık bir kültüre dönüştüğü bile kabul edilen bir yaşam biçimi!
Şunu açıkça belirteyim; benim derdim yeme, içme, barınma, ısınma gibi çok insani fiziksel hak ve ihtiyaçları yok saymak, önemsizleştirmek veya önem sırasındaki yerini değiştirmek filan değil. Benim derdim önem sırasının kendisiyle: Bir "sıra" olmasıyla. Fiziksel ihtiyaçların ruhsal ihtiyaçlardan "önce" geldiği düşüncesiyle...
Başka bir ifadeyle, bir beden ve ruh dikotomisi oluşturup bedeni ruhtan daha yükseğe yerleştirme, ruhun özgüllük ve ihtiyaçlarını bedene göre belirleme ve yoksulluğu fiziksel ihtiyaçların eksikliğine indirgemeyle. Bunun paralelinde, sanatı yalnızca ruha hitap eden bir olgu olarak görüp akıl ve beden fonksiyonlarımız üzerindeki etkisini görmezden gelmekle.
Demem o ki, derdim her şeyi bütünlüklü bir şekilde hemzeminlerde ele alamamakla. Bu, neden bu kadar önemli ve nelere sebep oluyor derseniz, bir iktisatçı olarak alana ciddi bir özeleştiri yönelten TBC çok güzel bir şekilde özetliyor diye düşünüyorum:
Sanat deyince de sadece benim aklıma bu başta estetikle başladığım için belki, sadece işte sinema, şiir, konserler, onlardan öte mikro düzeyde, hani yaşadığı yeri estetik hale getirmek, biraz daha farklılaştırmak, biraz daha böyle keyifli yaşama çabası bile, onun bir parçası olarak görünüyor. Ve baktığımızda sanki yoksul insanların buna hakkı bile yokmuş, karınlarının doyurulduğuna şükretmeleri gerekiyormuş gibi bir tavrı var hem kamusal, işte bu yardımı sağlayan otoritenin hem de çoğunlukla toplumun geri kalanının. Hep onu düşünmüşümdür, mesela yoksul çocuklara yardım nedir, bir örnek ve en ucuzundan botlar, montlar alınır, acaba o bir çocuk, bir diğerinden farklı, daha estetik bir hale gelmek istiyor mu, böyle bir kaygısı bile olamazmış gibi varsayılır, yine bir yoksul evinde bir koltuğun, bir kanepenin olmasına şükretmesi beklenir, yani bu toplumun çoğunluğundaki algı açısından söylüyorum. Burada bile başlıyor.
Birçok konu ve kavrama yeniden bakmalı
Buradan bakınca, irili ufaklı birçok konuya ve kavrama yeni baştan bakmamız gerekliliğinin doğduğunun farkındayım.
Sanat nedir? Yoksulluk nedir? Temel ihtiyaç nedir? Sorgulamadan veya bir kere bile durup içlerine bakmadan kullandığımız bu kavramlar aslında nasıl anlamlar ve yan anlamlarla geliyorlar?
Tanımlamak eylemi kelimenin etimolojik kökeni gereği tanımak'tan geliyor, tanımak varlığı görmeyi, görmek varlığını kabul etmeyi gerektiriyor. Bu İngilizcede de böyle; define/definition sınırlarını belirlemek yani anlamlara sınır çekmek anlamına geliyor. Böylece her iki dilde de tanımlamak, tanımı yapan kişinin yaptığı tanımlara göre bazı anlamları kabul etmek bazı anlamları ise dışarıda bırakmak demek oluyor.
Tam da bu sebeple, tanımları kimlerin yaptığı kritik ve bir o kadar da politik diyorum. Tam da bu sebeple, tanımları anlamların öznelerine bırakmayı ve öztanımlamalar yoluyla gerçekliklere yaklaşmayı savunuyorum. Aksi takdirde, birey özgünlüklerimize ait anlam ve kavramları "güç" sahipleri belirliyor ve o tanımların içinde neden varlığımızı hissedemiyoruz acaba diye kıvranıp duruyor veya bize biçilen kıyafetlere sığacağız diye kangren ruhlar doğuruyoruz.
Belki de gerçekten durup bir düşünmek gerekiyor: Fiziksel olarak tüm ihtiyaçlarımı karşılayabilmeme rağmen gerek politik gerek psikolojik gerek kültürel gerekse de toplumsal sebeplerle sanatımı icra edemiyorsam yoksul "sayılmıyor" muyum?
Dahası, ülkemde sansür almış başını gitmiş, sanatçıların konserleri tek tek iptal ediliyor, hatta istek parçalara yanıt veremiyorlar diye öldürülüyorlarken hem birey olarak ben hem de ülkenin kendisi sanattan ve sanatçıdan "yoksun" kalmıyor muyuz? (CD/SD)
[1] Kısaltmalar gerçek kişi bilgileriyle alakasız olup katılımcıların kimliklerini ve güvenliğini korumak amacıyla tarafımca uydurulmuştur.