24 yaşını bitirip 25'inde adım adım ilerleyen biri olarak, teknolojik aletlere bayılıyorum. Küçüklüğümde, aslında tamı tamına beş yaşımdayken ilk işlemcili cihazım elime geçtiğinden beridir (amcamın hediye ettiği AMSTRAD bilgisayar) ilgi ve heyecanım sürüyor.
Yeni gelişmeleri gün be gün takip etmeye çalışan beni bile dijitalleşme ile fizikselliği dijitalin gerisine atma trendi şaşkına çeviriyor.
Sosyal ağların hayatımızda kök salmasına izin verdik. Neden vermeyelim ki? Fiziksel sınırlarımızın ötesinde bir dünya vaad etti bize, yalan da değil, vaatlerini yerine getirdi de. Günlerimizi fiziksel temasın yanı sıra çevirimiçi dokunuşlarla da geçirmeye başladık.
Hayatımıza ilk cep telefonları girdi. Öncesindeki daha çok mesleki kullanıma uygun çağrı cihazlarını da analım burada. Her yerden ulaşılabilir olmak ilk zamanlar güzeldi belki, sınırlar ortadan kalkmış gibiydi. Sonra akıllı telefonlarımız devreye girdi. Sadece kablosuz internet noktalarında (Hotspot) yaşama bağlanır olduk. Bağlı kalabilmek için bir kafeden diğerine duraklarını takip eden otobüsler gibi dolaşmaya başladık. İşte bu noktada imdadımıza "data plan"lar yetişti. Bizi kablosuz internet noktalarının tekelinden kurtaracak olan bu beyaz atlı prensesler/prensler ''çekici'' sözleşmelerle hayatımıza girdiler.
Bugün bir kafede, bir lokantada insanların birbirileri ile konuşmak yerine ufak, dört inçlik ekranlarında hayatlarını sürdürdüğünü görmek beni çileden çıkarıyor. Ya da bir araya gelmenin tek sebebinin bu dijital dünyanın anılarını paylaşmak olduğunu bilmek. Bir geziyi sadece fotoğraflarını çekmek için yapmak, ardından başka bir buluşmayı o fotoğrafları göstererek harcamak. Yaşamımız artık bir dijital kayıttan bir dijital gösterime giden raylar gibi.
Cep telefonunun ucundaki sosyal medya ve sanal kimliklerimiz o kadar fazla yer kaplıyor ki... Ne zaman ki bir bildirimimiz gelse Facebook'tan, ya da birisi bizi arasa, kim olduğu fark etmeksizin ilgimizi ve dikkatimizi o tarafa çeviriyoruz. İster önemli, ister önemsiz olsun. Karşımızda duran insanlara ayırdığımız zamanın kıymetini bilmemeye başladık.
Sinemada film seyrederken en az dört beş kişinin cep telefonu ile birşeyler yaptığını görüyorum. Kendimden başka sinemada telefonunu "Sessiz"e almak yerine "Kapalı" konuma getiren birini bilmiyorum neredeyse.
Bu olayın bardağı taşıran son damlası aslında hamilelik bilgisinin cep telefonu mesajı ile genç kadının babasına bildirilmesi haberinde yaşandı. Tüm Türkiye, haklı olarak kadının mahremiyet hakkını tartıştı. Bu önemli.
Anlamakta zorluk çektiğim şey, önemli, değerli ya da kederli şeylerin haberini ufak bir ekran yoluyla vermeyi/almayı sorgulamak yerine normal kabul etmemiz. Bu duruma anonimliğin verdiği güven ile insanların sanal dünyada daha özgür olmasından uzak mesafelerde bağlanabilmenin getirdiği özgürlüğe, ya da mobilite sayesinde anlık iletişim sağlandığı için yere bağlı kalmak zorunda olmamaya kadar açıklamalar getiriliyor. Ama bunların hiçbiri, bir insana değerli olduğunu fiziksel olarak hissettirmenin yanından geçemez, geçmemeli.
Dokunmatik cihazlar hayatımızı bu şekilde işgal etmeye başladığında sanal dünyada sesini çıkartan arayüz tasarımcıları bunun ne kadar yanlış olduğuna dikkat çektiler. Çünkü bir insan olarak, biz objeleri "hissederek" yaşamımızı sürdürürüz. Elimize aldığımız birşeyi sıkarız, girinti ve çıkıntılarını hissederiz, şeklini dokunarak zihnimize kazırız adeta.
Dokunmatik camlar dokunma hissimizin yanı sıra birbirimize duyduğumuz hisleri de tümüyle çeken birer vakum oldular sanki.
Yakın zamanda bir arkadaşım sayesinde izleyebildiğim Perfect Sense adlı film aslında tam da bu duyuları ve bize ne anlam ifade ettiklerini irdeliyordu. Bütün duyularımızı adım adım kaybetsek bile, elimizde kalan dokunma duyusu ile yaşama devam edebiliyorduk. Ama ne yazık ki, diğer duyularımız sapasağlam yerinde dururken, biz dokunmayı, teması, fiziksel olarak bir yerde olmanın heyecanını ilk önce kaybettik.(SK/BA)