Binghamton’daki New York Eyalet Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde fahri araştırma görevlisi Filipinli sosyolog, akademisyen ve Filipinler Temsilciler Meclisi’nin eski bir üyesi olan Walden Bello tarafından kaleme alınan ve Foreign Policy in Focus’ta yayımlanan bu makaleyi Eylül 2024 bianet stajyerlerinden Ege Tonga çevirdi.
Salvador Allende’nin Eylül 1970’te Şili başkanlık seçimlerini kazandığını ve ülkesini barışçıl yollarla sosyalizme götürmeye çalıştığını duyduğumda, doktora tezimi Şili üzerine yapmaya karar verdim.
Mayıs 1972’de, efsanevi köylü lider Emiliano Zapata’nın doğum yeri olan Morelos eyaletindeki Cuernavaca’da hızlı bir İspanyolca kursu almak üzere Meksika’ya gittim. Zapata’nın hayatı, gençliğimde izleyip beğendiğim Marlon Brando’nun başrolde olduğu bir filme konu olmuştu.
Üç haftanın sonunda, Filipinler’de lisede az buçuk öğrendiğim İspanyolcamı önemli ölçüde geliştirdiğimi hissediyordum. Böylece, Santiago’ya uçtum ve Şili kışının ortasında başkente vardığımda bir gösterinin ardından yaşanan göz yaşartıcı gaz saldırıları ve karşıt politik grupların çatışmalarıyla karşılandım. Elimde iki valiz taşırken otobüs durağından Başkanlık Sarayı La Moneda’nın birkaç blok arkasında bulunan tarihi otel Claridge’e varırken büyük zorluk yaşamıştım.
Santiago’ya varır varmaz iki beklentim anında kayboldu. İlki, “Filipin-Meksikalı” İspanyolcamla burada işlerimi halledebileceğimdi. Bu ancak Şilililerle günlük konuşmalarla düzeltilebilirdi ve kısa sürede mas o menos yerine mao o meno’da olduğu gibi bir kelimenin sonundaki sessiz harfleri nasıl yutacağımı öğrendim.
İkincisiyse tezimin konusu olan, callampas veya gecekondu bölgelerindeki solcu örgütlenmelerinin araştırmaya değer olduğuydu. Santiago’da birkaç hafta geçirdikten sonra, ABD’deki solcu yayınlardan okuduğum Şili’deki olaylarda “devrimci hareketin bulunduğu” izleniminin yanlış olduğunu fark ettim. Arkadaşlarım beni bu etkinliklere götürdü ve buralarda sağcı haydutlarla çıkan çatışmaların sayısının giderek arttığını gördüm.
Devrim savunmaya geçiyor
Bu eylemlere katılanlar arasında belli bir savunmasızlık ve eylemlerden ayrılırken, sağcı çeteler tarafından taciz edilme korkusuyla yalnız yakalanma konusunda bir isteksizlik olduğunu fark ettim. Devrim savunma pozisyonuna geçmişti ve sağ, sokaklarda üstünlük kazanmaya başlamıştı.
Sağcı gösterileri takip ederken salakça bir hata yapıp Komünist Parti’nin gazetesi El Siglo’yu kolumun altında unuttuğum için iki kez dayak yemekten son anda kurtuldum. Hristiyan Demokrat Partili gençler beni durdurduğunda Princeton Üniversitesi’nden mezun olduğumu ve Şili siyaseti üzerine araştırma yaptığımı söyledim. Bana hakaretler ederek Allende’nin Küba’dan getirdiği “eşkıyalarından” biri olduğumu söylediler. Galiba kolumun altında El Siglo olduğu için onları kışkırtmaya çalıştığımı düşündüler. Neyse ki, Meksikalı bir arkadaşımın ani gelişi beni dayaktan kurtardı. Diğer seferde ise beni kurtaran hızlı koşmam oldu.
Sağcı kalabalıkların çoğunlukla sarı saçlı, beyaz yüzlerine baktığımda, İtalya ve Almanya’daki faşist ve Nazi gösterilerinde sokakları ele geçiren aynı öfkeli yüzleri hayal ettim. Bunlar, solcu gösterilere katılan, çoğu yerli kökenli olan ve rotos (çürük elmalar) olarak adlandırdıkları insanlara küçümseyici bir gözle bakan insanlardı.
Devrimci zamanlarda eylemci örgütlenmesine katkı sağlayacak bir doktora tezi yazmak istemiştim. Ancak bu olaylar tez konumu değiştirmemi sağladı ve devrimci hareketleri anlamak yerine karşı devrimci hareketlerin nasıl geliştiğine odaklanmam gerektiğini anladım. Bu, ilerici araştırmacılar ve örgütçüler için daha uygun olacak bir konu. Fakat sağcıların, Amerikan Ivy League üniversiteli bir Asyalının neyin peşinde olduğu konusunda duyacağı şüpheler sebebiyle aynı zamanda zor olan bir şeydi.
Takip eden birkaç ay boyunca hem sağcılarla hem de solcularla pek çok röportaj gerçekleştirdim. Sağ görüşlü bazı katılımcılar Allende ve Unidad Popular’ı (Halk Birliği) “şüpheli” anayasal tedbirler yoluyla kendisini çoğunluğa dayatmaya çalışan bir “azınlık hükümeti” olarak görüyordu. Diğerlerine göreyse “sosyalizme giden anayasal yol” aslında “Stalinist diktatörlüğe” giden yolda bir paravandı. Bazıları ise orta sınıfa yapılan bu çağrıyı, sol, “demokrasiyi yok etmeye” çalışırken orta sınıfı rehavete sürüklemek için yapılan “saf demagoji” olarak değerlendirdi. Röportaj yaptığım çoğu sağ görüşlü insan Hristiyan Demokrattı. Bu kişiler, Unidad Popular’a geçen eski Hristiyan Demokratları ve hatta 1970 seçimlerinde Allende’nin rakibi olan Radomiro Tomic gibi sadık Hristiyan Demokratları da “Komünistler tarafından kandırılmış insanlar” olarak görüyorlardı. Neredeyse hepsi sola karşı büyük bir şüphe, küçümseme ya da düşmanlık tavrını benimsemişlerdi.
Sol görüşlü insanlarla yaptığım görüşmelerde ise hep tek bir yanıt duydum: Orta sınıf, sağcılar tarafından sınıfsal çıkarlarının işçi sınıfından ziyade zenginlerle örtüştüğüne inandırılıyor. Çoğunluğu, Unidad Popular’ın devrim formülüne inanıyordu; devrimci dönüşümün sosyal motoru olarak işçi sınıfı, orta sınıf ve üst sınıfın anayasal düzene bağlı kesimlerinden oluşan geniş bir ittifak. Burada orta sınıfların bağımsız dinamiği göz ardı ediliyordu; onlar, işçi sınıfıyla ittifak halinde olan “gerçek” sınıf çıkarlarına yanıt verecek pasif bir kitle olarak görülüyordu.
Valdivia’da gerçekliğe dönmek
Bu görüşün miyopluğu, Şili’nin güneyinde küçük bir çiftçi ya da pequeno agricultor ile yaşadığım yüzleşmeyle ortaya çıktı. Daha sonraları Amerikan müdahalesi konusunda uzmanlaşacak olan merhum tarihçi arkadaşım Bill Blum ile Şili’nin en güneyindeki yerlerden biri olan Valdivia’ya gittik. Amacımız, daha öncesinde Princeton Sosyoloji bölümü mezunu bir meslektaşımın önerdiği üzere Hristiyan Demokrat Partili bir çiftçiyle görüşmekti. Santiago’da yoğun şekilde röportaj ve belge araştırması yaptığımız birkaç haftanın sonunda biraz rahatlayacağımı ve meşhur Şili misafirperverliğini göreceğimi düşünmüştüm. Bir çiftçi ve bir oğlan, iki kız çocuğundan oluşan ailesi bizi çok sıcak karşıladı. Bizim için bir koyun kesildi ve ilk gecemizde doyurucu bir akşam yemeği yedik. Daha sonrasında ev sahibimiz, Allende’ye küfürler etmeye başladı ve onu, Komünist Parti’nin “Şili üzerindeki diktatörlüğünü dayatan” bir maşa olarak tanımladı. Ona göre Allende’nin Sosyalist Partisi (Partido Socialista) komünistlerden iyi değildi ve daha öncesinde Unidad Popular’a katılan eski Hristiyan Demokratlardan oluşan Izquierda Cristiana, “haindi.” Arkadaşım ve ben, politik görüşlerimizi kendimize saklayarak konuyu daha zararsız yerlere çekmeye çalıştık. Öncesinde dediğim gibi, onunla görüşleri hakkında röportaj yapmak istiyordum ama o akşam yemekten sonra bunu başaramadık. Önce sakinleşti, fakat birkaç dakika içerisinde tekrardan sol karşıtı tiradına devam etti.
Ertesi gün kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği yine aynı misafirperverlik sürdü fakat ev sahibimizin sözleri her seferinde, “malını mülkünü elinden alıp roto’lara verecek komünistlere” uzun küfürlerle noktalanıyordu.
Nihayet, ikinci günümüzdeki akşam yemeğinde, ev sahibinin “solun suçları” hakkındaki uzun tiradlarına daha fazla tahammül edemedim ve aslında Allende’nin sosyal adalet için mücadele ettiğini, yürürlüğe koymaya çalıştığı toprak reformunun kendisi gibi orta ölçekli çiftçilere fayda sağlayacağını ve sadece büyük toprak sahiplerini olumsuz etkileyeceğini düşündüğümü söyledim.
Duyduğum kadarıyla Şilililer sizinle siyaset konuşana kadar arkadaş canlısı ve misafirperverdirler, sonrasındaysa onlar için ya gerçekten yakın bir arkadaş ya da dışlanmış biri haline gelirsiniz. Bizim durumumuzdaysa ben ve arkadaşım artık dışlanmıştık ve sonraki sabah kahvaltıya çağırılmamamız da misafirliğimizi fazla uzattığımız anlamına geliyordu. Bu talihsiz bir durumdu, zira çiftçinin iki kızıyla dostane ilişkiler içindeydik.
Bu deneyim, Şili’deki sınıfların ne kadar gettolaşmış olduğunu ve elitler, orta sınıf ve işçiler arasında nasıl büyük uçurumlar olduğunu bana açıkça gösterdi Şili’de Ulusal Parti, Hristiyan Demokrat Parti ve Unidad Popular arasında neredeyse eşit dağılan oy oranları bana sınıflar arası dayanışmanın kurulması çok zor köprüler olduğunu düşündürdü. Valdivia’daki deneyimim en büyük korkumu, yani Unidad Popular’ın orta sınıfları kaybettiğini ve bunun, politikalarının gerçekte ne olduğundan çok, işçilerin ve alt sınıfların kazanımlarının sadece orta sınıfın zararına olacağına dair derinlerde yatan korkulardan kaynaklandığını doğrulamış oldu.
Orta sınıfın statü ve çıkarlarının alt sınıflar tarafından tehdit edildiğini hissedip karşı devrimci bir pozisyona sürüklenme tehlikesi, İtalya’da Mussolini’nin iktidarı ele geçirmesine ve Almanya’da Weimer Cumhuriyeti döneminde Hitler’in iktidara yükselmesine yol açan olayları okuduğumda kafamda netleşti.
Bu, şiddetli sınıf çatışmaları koşullarında orta sınıftan ne beklenebileceği sorusunu gündeme getiriyor. O dönemde hem liberaller hem de ilericiler arasında, orta sınıfın işçi sınıfının ve genel olarak alt sınıfların müttefiki olarak görülmesi ve büyük ölçüde demokratikleşme gücü olarak kabul edilmesi yaygındı. Ancak Şili, bu varsayımın aksine, gelişmekte olan ülkelerde orta sınıfın mutlaka demokratikleşme için bir güç olmadığını gösterdi. Aslında, yoksul sınıflar devrimci bir gündemle harekete geçirildiğinde, orta sınıflar karşı devrim için bir kitle tabanına dönüşebilir. 1920’lerde Almanya ve İtalya’da orta sınıf, faşist hareketlerin piyadelerini sağladığında bu durum açıkça görülmüştü.
Bu olguyla 40 yıl sonra Tayland’da Yingluck Shinawatra’nın seçilmiş hükümetine karşı orta sınıfın mobilizasyonuna tanıklık ederken bir kez daha karşılaştım. Yingluck, kırsal kesimdeki yoksulları harekete geçirerek Tayland siyasetini dönüştüren kardeşi Thaksin’in yerine geçmişti. Orta sınıf ve Tayland elitlerinin desteğiyle, 2014’te ordu iktidarı ele geçirdi ve ülkede on yıllık bir askeri yönetim başlamış oldu.
Seymour Martin Lipset, orta sınıfın gelişmekte olan dünyada demokratikleşme için bir güç olduğunu savunmuştur. Ancak Şili ve Tayland’da alt sınıflara karşı yürütülen karşı devrimci hareketleri gözlemledikten sonra, orta sınıfı “Janus” (iki yüzlü Roma tanrısı) yüzlü bir sınıf olarak görüyorum: Elitlerin güç ve ayrıcalıklarını savunmasına karşı mücadele ederken demokrasi için bir güç olabilirken, toplumsal bir devrim isteyen alt sınıflarla karşı karşıya kaldığında bir tepki gücüne dönüşebiliyor.
Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Şili elitleri, Chicago Boys ve Şili ordusunun Allende’yi deviren darbedeki ve Pinochet yönetimi altında Şili’nin neoliberal dönüşümündeki rolleri iyi belgelenmiş ve kapsamlı bir şekilde incelenmiştir. Ancak, tezimin dışında, orta sınıfın karşı devrimin kitle tabanı olarak oynadığı rol hakkında pek az çalışma yapılmıştır. Oysa bu öfkeli orta sınıf kalabalığı, darbeden önceki Şili siyasi sahnesinin temel taşlarından biriydi.
11 Eylül 1973’ü açıklamak
11 Eylül darbesinden sonra, bu trajedinin ve ona yol açan olayların ilerici analizleri, ABD’nin rolüne odaklandı. ABD, darbenin yöneticisi ya da Pinochet ile Ulusal ve Hristiyan Demokrat partilerin liderlikleriyle yakından çalışan bir güç olarak görülüyordu. Karşı devrimin kitlesel bir tabana dayandığı gerçeği ise genellikle göz ardı edildi ya da ele alındığında bile CIA ve elitler tarafından manipüle edilen bir güç olarak kabul edildi.
Ancak gerçek şu ki, Pinochet’nin başarısını ABD müdahalesine ve CIA’ye bağlayan yaygın açıklamaların aksine, karşı devrim ABD’nin istikrarsızlaştırma çabalarından daha önce de var olan bir gerçekti. Bu süreç büyük ölçüde iç sınıf dinamikleriyle şekillenmişti ve Washington’un yardımı olmasa bile, Şili elitleri, yoksul kesimlerin adalet ve eşitlik gündemiyle yükselme olasılığından korkan orta sınıf kesimlerinde güçlü bir müttefik bulmuştu.
Kısacası, ABD müdahalesi gerçekleşti, ancak başarılı olmasının nedeni, zaten devam eden ve temeli orta sınıfa dayanan bir karşı devrim sürecine dahil edilmiş olmasıydı. CIA’in istikrarsızlaştırma çabaları, sağın zaferine katkıda bulunan faktörlerden sadece biriydi, ancak belirleyici olan değildi. Bu, o dönemde ilericilerin duymak istemediği bir şeydi, çünkü birçok kişi Allende’nin devrilmesinin dışarıdan, ABD tarafından planlandığı basit bir siyah-beyaz tablo görmek istiyordu.
Bir solcu olarak, siyasetçilerin neden böyle bir tablo görmek istediğini anlıyorum. Ancak bir sosyolog olarak durumun çok boyutlu olduğunu fark ettim. Şili ve Tayland üzerine yazılarımda dış müdahale ve elitlerin manipülasyonuna ek olarak karşı devrimci hareketlerdeki iç sınıf çatışmalarını da vurguladım. Amacım basit ama önemliydi: Hem ilerici araştırmacılara hem de eylemcilere, iç sınıf dinamiklerini göz ardı etmenin tehlikeli olduğunu ve kolay açıklamalarla yetinmenin bizi yanıltabileceğini hatırlatmak.
Ayrılış
Mart 1973’te Şili’den ayrıldığımda orta sınıfın sağa doğru radikalleşmesinde iki dönüm noktası gözlemledim: Kamyon sahiplerinin grevi ve tencere tava çalan orta sınıf kadınların yürüyüşleri. O dönemde sağ, iyiden iyiye sokakların kontrolünü ele geçirmeye, gösteri üstüne gösteri yapmaya ve Unidad Popular’la ilişkili insanları taciz ve şiddete maruz bırakmaya başladı. Sol ise hâlâ gösteriler düzenliyor ve sokaklar hâlâ “El que no salta es momio” (Zıplamayan gericidir) sloganlarıyla çınlıyordu, ancak savunmacı ruh hali derinleşmişti.
Birleşik sağın, Unidad Popular hükümetine karşı ayaklanmasını ân meselesi gibi görüyordum. Bunun nasıl olacağı ya da başarılı olunup olunamayacağıysa asla cevaplayamadığım sorulardı. Hâlâ karşı devrimin nasıl bu kadar canice, kapsamlı ve uzun süreli olduğunu aklım almıyor. En az 3 bin kişinin ölmesi, binlercesinin politik sebeplerden hapse atılması ve sürgün edilmesi asla beklemediğim bir şeydi. İşin ironik kısmıysa sadece işçi ve köylülerin değil aynı zamanda Allende’ye karşı harekete geçen orta sınıfın da Chicago Boys’un ekonomik politikaları tarafından mahvedilmiş olmasıydı.
Sonraki birkaç yıl boyunca, Filipinler’de Ferdinand Marcos’u iktidardan düşürmeye çalışırken bile ABD’ye sürgün edilen Şilililerle dayanışma içinde oldum. Şili’yi asla aklımdan çıkaramadım, en azından solcu arkadaşlarımın başına neler gelmiş olabileceğini düşünmek beni sürekli rahatsız ediyordu. Yaklaşık 20 yıl sonra, 1993 civarında Şili’ye döndüğümde, sadece birkaç kişiyle iletişime geçebildim. Bu dönem, Pinochet rejiminin ardından gelen Concertacion hükümeti adı altında yaşanan bir gerileme dönemiydi. Ancak daha serbest bir siyasi ortam olmasına rağmen, merkezi hükümetin ve geniş anlamıyla solun, Şili’nin barışçıl sosyalizm yolu olan Via Chilena’ya sonuna kadar bağlı kalan Allende’yi yeniden onurlandırma konusunda hâlâ büyük bir isteksizliği vardı. Allende naif olabilirdi ama cesur ve ilkeliydi. 11 Eylül 1973’te başkanlığı bırakmak yerine intihar etmesi de onun bu özelliklerini gözler önüne seriyordu.
Kasım 1972’de, Santiago’daki 19. yüzyıl başlarına ait neoklasik başkanlık sarayı La Moneda’nın önünde, Allende’nin açık hava konvoyu yanımdan geçerken elimi uzatıp onunla tokalaştığım günü asla unutmayacağım.
(ET/VC)