Türkiye Psikiyatri Derneği Diyarbakır şubesinin hazırladığı "2. Uludere" raporunda şöyle bir tespit var: "Bitmeyen bir yas halindeler. Normal yas sürecinde öleni unutmazsın ama bu kayıba bir alışma süresi de vardır. Her gün mezara gitmezsin."
Bu rapordaki tespite dayanarak, bitmeyen yas sürecine dair bir kaç söz söylemek niyetindeyim. Bu yüzden, bu yası, bitmeyen bir yasa dönüştürmede bizim ne kadar sorumlu/sorunlu davrandığımıza ilişkin özeleştiri içeren bir yerden meseleye bakmak istiyorum.
Her gün ölümlerin olduğu, ölümle yaşamayı öğrenmenin bir norm olduğu bir coğrafyada, kaybı olan insanların normal bir yas süreci yaşanmasını bekleyebilir miyiz?
Özellikle, Roboski gibi bir yerde, mezarlığın köyün gündelik hayatının bir parçası haline gelmesi ne demek? Sürekli devletin her an kendini hissettirdiği ve kayba alışmayı imkânsızlaştırdığı bir mekânda normal bir yas süreci yaşanabilir mi?
Tüm bunlara elbette farklı cevaplar verebiliriz. Roboskililerin ne hissettiğine, neler yaşadığına dair durduğumuz yerden çok söz söyleyebiliriz. Tüm bu olup bitene, savaş ve çatışma literatüründen bakabiliriz. Elbette devlet şiddetinin bu yoğun kendini hissettirme performansını merkeze alabiliriz. Devletin bu performansına karşı, insanları kendi yasına alışmalarının imkânsızlığından bahsedebiliriz. Ama devletin dışında, duyarlılık, hesap sorma, adalete dokunma, vicdana seslenme gibi birçok farklı motivasyonla Roboskililerin hayatlarına giren bizlerin, onların yaslarını tutamamalarında etkisi hiç mi yok?
Devleti her gün hayatlarının içinde gören, hisseden Roboskilileri, tüm bu motivasyonlarla biz de acıtıyor olabilir miyiz?
Yas süreçlerinde, kaybı olan insanlar, belirli bir süre yası başkasına açar. Bir süre sonra, kaybı yaşayan insanlar gündelik yaşamlarına devam ettikçe veya edebildikçe kayba alışılır ve kaybı yaşayan insanlar kaybettikleriyle kendi baş etme biçimlerini geliştirirler. Ancak, Roboski'deki gibi bir katliamın artık kamusal bir yasa dönüştüğü gerçeği ve bu kaybın hesabının sorulması gerektiğine olan inanç, bu insanların hayatlarına her an girebilme alanını bize açmakta. Bu alanda, kaybı olan insanların acısını üstümüze alarak, bu yasın bir parçası olduğumuzu düşünür ve o gündelik yaşama her an girebilecek hakkımız olduğunu varsayarız.
Roboskililer için adaletin yeniden tesis edilebilmesi için, birçok farklı girişim oluşturulması gerektiğine inananlardanım. Ama zaten devlet şiddetinin hayatlarının bir parçası olduğunu bildiğimiz bir coğrafyada, devletten hesap sorma adına her an Roboskililerin yaşamına girmek, acaba bu insanların yaslarını süreklileştirmelerine, onların kendi yaslarını tutamamalarına engel olmaz mı?
Bu yüzden, Roboskililerin her an hayatlarına girebilecekmişiz gibi, her an yanlarında olabilecekmişiz gibi davranmamızın doğru olmadığını düşünüyorum. Yaklaşık bir yıldır, yalnız bırakılmayan, her gün bir heyetin gittiği, her gidişin bir taziye ritüeline dönüştürüldüğü bir yerde, insanlar nasıl bir normal yas süreci yaşabilirler ki. Kendileriyle baş başa kaldıklarında, acılarıyla nasıl bir ilişki kurduklarına, kayıplarını nasıl onarabileceklerine imkân tanımak gerektiğini düşünüyorum. Bu insanları yalnızlaştıralım, bu adaletsizliği ve devletin yaptığı katliamın hesabını sormayalım minvalinde bir söz etmiyorum burada. Bunun farklı alanlarını oluşturmak için çalışmak gerekir elbette. Ama sürekli, Roboskililerin kayıplarına sahiplik etmek, onları o coğrafyadan çıkarmak, kaybı bitmeyen bir deneyime açmak, yas sürecini uzatan ve kaybın asıl sahiplerinin hayatına girip kayıplarıyla kurdukları mahrem ilişkiye müdahale etmektir. Bu bağlamda, yası bitmeyen bir sürece dönüştüren, her an orada bulunma ve o insanların kayıplarına tercüme olmaya çalışan vicdanımızı biraz olsun sorgulamamız gerekir sanırım. (WA/HK)