Bu bir referandum yazısı değil, bir havaalanı yazısı. Ama okuyup hayır derseniz de elbette bir itirazım olmaz. Yapımını durdurmaya etkisi olmayacak belki ama en azından gelecekte torunlarınıza anlatacağınız bir karşı çıkış öykünüz, bir ‘hainlik’ maceranız olur, bu da iyi bir şeydir.
Öldüğünde heykeli dikilen ve kaidesine: “Denizi kara, karayı para yapan adam” yazılan Rize eski belediye başkanını yazmıştık daha önce. Başkan’a ölümünden sonra huzur vermiyor gibi olabiliriz ama amacımız bu değil; bak adını bile yazmıyoruz, yine de affetsin bizi!
Başkan’ın dolgu Rize’si bu arada batan şehir unvanı aldı ama neyse ki o bunu bilmiyor. Her şeyi paraya çeviren anlayışlar sonraları daha da gelişti, kök saldı. Ülke ekonomisini ‘idare edebilmenin’ yegâne yol ve yöntemine dönüştü. Bütün hızıyla da devam ediyor. Önüne çıkan her yeşilliğe, her akan suya, her boş arsaya bakarken para görenlerin ülkesinde bu da elbette yetmeyecekti. Özellikle arsa sıkıntısı yaşanan sahil kentlerinde. Ama demokrasilerde çare mi tükenir! Elbet oralarda da para edecek bir şeyler bulunur. Dereleri var, yaylaları var, olmadı denizleri var. Koskoca Karadeniz, doldur doldur bitmez. Sahibi de yok, kapanın elinde kalır misali.
2015 yılından bir haber: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Rize Belediyesi öncülüğünde projelendirilen 'Büyük Rize Projesi'nin yapımı için ön görülen 3 bin dönümlük deniz alanın doldurularak karaya katılması kapsamında hazırlanan Dolgu İmar Planı’na onay verdi. Şehir merkezinin yüzde 70'lik kısmı deniz dolgusu üzerinde bulunan Rize’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 3 bin dönüm deniz alanın daha doldurulması için onay verdi. Rize’nin kıyı kenar çizgisini ve haritasını değiştirecek proje ile ilgili bugün tanıtım toplantısı düzenlendi. Proje, 17 farklı kurumdan 55 kişinin 10 aylık bir çalışma neticesinde hazırladı. Projenin dolgu imar planı bin 150 sayfadan oluşuyor. Projenin birinci etabında, Cami-külliye, Kütüphane, Müze, Çay Çarşısı, Stadyum, Teleferik ve Üniversite Rekreatif Alanı oluşturulacağı belirtildi. Projenin birinci etabının 300 dönümlük bir alanda inşa edileceği ikinci etapta ise toplamda 3 bin dönümü kapsayan deniz alanının doldurulacağı kaydedildi.
Yaklaşık 60 yıl önce Rize’de denizi doldurup kara, onu da para yaparak başlayan denize büyük düşmanlığımız, sonrasında Artvin’den Sinop’a kadar uzanan ve bütün kıyının doğallığını, özgün yapısını ve farklılığını yok ederek, çirkinlikte eşitleyen Karadeniz Sahil Yolu ile zirve yaptı. Sonra ihtiyaca binaen(!) Ordu-Giresun Havaalanı, Trabzon Akyazı (Ş. Güneş) Stadı ve şimdilerde hızlanan Rize-Artvin Havaalanı projesi ile devam ediyor. Bu süreç elbette orada da sonlanmayacak; paranın tedavülden kalkıp; yeniden, bir kilo buğdayın ancak yarım kilo pirinçle ya da 3-5 yumurta ile değiştirildiği saf insanlığın mübadele yöntemi günlerine dönülene kadar devam edecek. Burası elbette şaka ama gerçek olan şu ki; para yaşadıkça, bir şeyler hep ölmek zorunda!..
Rize- Artvin Havaalanına döneceğiz ama, öncesinde bazı mühendislik yaklaşımları hakkında birkaç şey söylemek zorunlu. Ola ki bu konularda bazı dersler çıkarmamıza bir faydası olur.
1999 depreminin hemen sonrasında imar yasasına ilişkin tartışmalarda; geçmişte yapılaşmaya açılmış olan ve jeolojik anlamda zemin özelliği taşımayan; deprem hasarının en fazla hissedildiği ve binaların alt katlarının, sıvılaşma nedeniyle yitip giden zemin yüzünden toprağa gömüldüğü Adapazarı gibi alüvyonal arazilerin yapılaşmaya açılmaması görüşümüze, bir inşaat profesörü itiraz etmişti. Ona göre, mühendis dediğin her zemine yapı kurmanın bir yolunu bulmalıydı. Bilimin ve tekniğin çözüm bulan yönü bağlamında doğru gibi duran bu görüş, ülkemiz gerçekliliği göz önünde bulundurulduğunda tam bir aymazlık örneğidir. Elbette ülkemizde en sakat zemine de yapı kurabilecek mühendislik birikimi mevcuttur. Ama bırakın ülkemizin depremselliğini; doğayla inatlaşmanın da bir ölçüsü olması gerektiğini; rantabilitesini sadece gevşek zeminde ucuza temel mantığından sağlamaya çalışan rantçı yaklaşımlara cevaz verebilecek bu anlayışların, ülkemiz pratiklerinde yeri olmamalıdır.
Konuyu biraz dağıtmış gibi olduk ama bazı deneyimleri söylemediğinde eleştirinin havada kalma gibi bir riski de var. Örneğin Karadeniz Sahil Yolu imalatının yeni başladığı günlerde, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yapılan geniş katılımlı bir Karadeniz Kurultayı’nda; deniz dolgusunun mahsurlarını içeren bir kitapçığı da dağıtarak yaptığımız itiraza verilen tepkileri anımsatmak gerekiyor. İsimlendirmeyi hiç sevmiyorum ama bazen zorunlu oluyor. Kürsüde TMMOB adına konuşurken, yolun Bakanı Yaşar Topçu ve dönemin MHP milletvekili (şimdilerde AKP Beşikdüzü Belediye Başkanı) Orhan Bıçakcıoğlu, “İndirin bu vatan hainini kürsüden” diye koro halinde bağırmışlardı.
Topçu söz isteyip; “Bu hainler 1. Boğaz Köprüsüne de karşı çıkan hainlerin devamıdır” demişti. Şimdilerin AKP’li Beşikdüzü Belediye Başkanı Bıçakcıoğlu ise 21 Eylül 2016 da Beşikdüzü sel sonucu sular altında kalıp, insanlar hayatlarını kaybedince : “Bunun nedeni, ilçenin önünü Çin Seddi gibi kesen Sahil Yoludur” diyerek ‘hain’ saflara geçmiş olmadı ama en azından bir bakıma ‘hainlerden’ özür dilemiş oldu. Darısı diğerlerinin başına diyeceğim ama ne önemi var, olan ülkemize ve geleceğimize oluyor bu arada…
Tekrar havaalanı konusuna dönelim. Dünyada deniz dolgusu üzerine ilk havaalanını Japonlar yaptı. Osaka Körfezinin 5 km. açığındaki Kansai Havaalanı. Toprağı olmayan Japonya’da ihtiyaca binaen gözükmesine rağmen, yapımı büyük protestolara neden oldu. Yapımından bir süre sonra, o zamanki bütün teknikler kullanılmasına rağmen zeminde, 150 metre derinliğe kadar olan kısımdaki yüzde 40 su içeren çökel kayalarda öngörülemeyen oturmalar oluştu. Üst yapı büyük tehdit altında kaldı. Önlem olarak; Amerika’da mühendislik ödülü de kazanan ‘Kansai Kaldıraç Sistemleri Projesi’ ile sorunu çözdüler. İtibarlarını şimdilik kurtardılar. Yoksa bu yüzden kültürleri gereği birçok Japon’un intihar etmesi gerekecekti!
İkinci deniz dolgu havaalanını biz yapmışız; Ordu- Giresun Havaalanı.15-17 metre su derinliğinde, zemin iyileştirilmesi yapılmadan sadece 35 milyon ton taşın denize yuvarlanmasıyla ve üzerinin asfaltlanmasıyla oluşturulan havaalanının ve terminalinin güvenliğinin, Kansai Havaalanı ile kıyaslanması elbette eşyanın tabiatına aykırıdır.
Sadece Rize’de değil, bütün deniz kıyılarında, 10 bin yıldan beri (Holosen Çağı) derelerin denize taşıdığı çökeler henüz tam olarak taşlaşmamış gevşek kil, kum ve çakıllardan oluşmaktadır. Yaklaşık 10 metre kalınlığında, deniz tabanının en üst seviyesini oluşturan bu tür zeminler bünyelerinde yaklaşık yüzde 70 oranında su bulundurmaktadır. Dolgu için öngörülen 85 milyon ton taş zemin iyileştirilmesi yapılmadan bu tür zemin üzerine dökülerek deniz doldurulursa zeminde ve üst yapılarda önemli oturmalar kaçınılmazdır. Çünkü sulu zeminde, taneler arasındaki su, üsteki yükün sıkıştırması sonucunda kaçarak zeminin hacimce azalmasına ve böylece zemin oturmasına neden olur.
Peki, 10 metreden daha derinlerde neler oluyor? Japonya’da bu görüldü. İşte Doğu Karadeniz sahilinde yapılan dolgu sahalarında ve onun üzerindeki yapılarda dikkate alınmayan son derece önemli konu budur. KTÜ’de Jeoloji Profesörü Osman Bektaş yıllardır bu konuya dikkat çekmektedir.
Şimdi Rize- Artvin Havaalanı yapımına başlanırken, elbette HAYIR! Üstelik örnek alacağımız yapı 5 kilometre açıkta yapılan Kansai değil de, hemen yolun kenarına yapılan Ordu- Giresun havaalanı iken!
Bu havaalanının ihtiyaç olup olmadığı konusuna bile hiç girmeden; daha bu 85 milyon ton dolgu kayasının Karadeniz topoğrafyasından, tonlarca ton patlayıcı ile sökülmesinin yaratacağı hasara; neden olacağı doğa felâketlerine, tetikleyeceği sel ve heyelanlara; yaratacağı görsel ve tıbbi kirliliklere; ve nihayet yeşilden kopardığıyla maviyi öldürmesine elbette hayır demek gerekir! Yeşil için de HAYIR, mavi için de! Tüm renkler için de HAYIR, gelecek güzel günler için de!...
Son sözü Kazım Koyuncu söylesin:
"Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Çe" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya."