Uzun zamandır televizyonlarda, şiddetin hüküm sürdüğü “yeraltı dünyasını” konu alan, silahların ellerden ve bellerden eksik olmadığı ve gözüken o silahların illaki her bölümde patladığı dizileri görmek gerçekten de kaygı verici. Ama daha da kaygı verici olanı, bu dizilerin eğitimli/eğitimsiz kalabalık bir izleyici kitlesinin olması ve sayılarının gitgide artmasıdır.
Bu dizilerin isimlerini tek tek saymaya hacet yok, pek çoğumuz televizyon izlerken bunlardan birine denk geliyor ya da birini sıkı bir şekilde takip ediyoruz. Bu dizilerde tasvir edilen acımasız ve sert dünyada erkekler “erkekliklerini” tanımlamak için şiddeti bir araç olarak kullanırken, kadınlar, servet ve kudret gibi elde edilmesi gereken, iki boyutlu karakterler olarak ele alınıyor. Bu kadınlar da başroldeki erkeğin ya arzusunun nesnesi, ya da gösterdiği şiddetin kurbanı oluyor. Bazen de şeytanlaştırılmış veya “iffetsizleştirilmiş” olarak tanıtılıyor.
Bu dizilerde sıkça işittiğimiz laflardan biri de “racon”. Racon, bir anlamda söz konusu “alemde” geçerli olan değişmez kanunlar dizisi. Racon adı altında suça ve şiddete başvurulması adeta normalleştiriliyor.
Oysa gerçek olan şu ki, reyting rekorları kıran bu modern dünyaya ait dizilerde tanımı yapılan “erkekliğin” de, bahsi geçen “alemin” de, hatta racon lafının da kökeni çok eskilere, kabadayı/külhanbeyi kültürüne ve bu kültürün palazlandığı Osmanlı’ya dayanıyor.
Osmanlı İmparatorluğu savaş menkıbeleri ve saltanat hikayeleri bakımından her ne kadar derin bir tarihe sahip olsa da, toplumsal ve popüler tarih bakımından zengin bir birikime sahip değildir. Tarihi kaleme alanların ekserisi hanedanın ve seçkinlerin yaşantısını ele alırken, yalnızca sınırlı sayıda seyyah ve tarihçi sokaktaki sıradan insana yakından bakmayı akıl eder. Bu yüzden Osmanlı’daki sıradan insanın gündelik hayatı hakkındaki bilgimiz sınırlıdır. Biz de bildiğimiz kadarını anlatalım…
Kabadayı/külhanbeyi tabirlerinin Osmanlı’nın kuruluş döneminden itibaren kullanıldığı biliniyorsa da, kabadayıların ve külhanbeylerinin İstanbul sokaklarında devlet gücünün karşısında bir şiddet grubu olarak yer almaya başlaması 17. asırdan sonra gerçekleşir. Bu dönem Yeniçeri ocağına kayıt olmak için devşirme olma şartının kalktığı, aylık almak için ocağa yazılanların sayısının arttığı, artık ocağın bir askerlik kurumu değil, işsizler güçsüzler sığınağı haline dönmeye başladığı dönemdir. Aynı zamanda külhanbeyleri ve kabadayıların ocakta cirit attıkları ve kuvvetlerini ocaktan aldıkları dönemdir.
Her ne kadar bazı sözlüklerde kabadayılık ve külhanbeyliği eş anlamlı sözcükler olarak yer alsa da, İstanbul argosunda her iki kavram farklı gündelik pratiklere sahiptir. Bu argoda, kabadayılık, külhanbeyliğinden nispeten daha erdemli bir sınıfı temsil eder.
Keza bir kabadayı mıntıka olarak tuttuğu mahallenin koruyucusu, düşkünlere el uzatan, etrafındakilere haksızlık yapmaktan kaçınan, ahalinin namusundan kendini sorumlu hisseden biri olarak mahallede saygı görür. Elbette şiddet ve güç konusunda kendini ispat edebildiği ölçüde bulunduğu yörede sözünü geçirebilir, kabadayı olarak nam salabilir.
İstanbul’un çeşitli bölgelerinde, en çok da Beyoğlu ve çevresinde devletin yasalarından ziyade bu kültürün yasaları geçerlidir. Bir ihtilaf söz konusu olduğunda devletin adaletine başvurmadan sorunu çözecekleri, kökeni İtalyanca “aklını kullanmak” olan ragionare’den alan “racon” diye isimlendirilen, anlaşmazlıkların yaşlı ve bilge bir hakemin hükmüne bıraktıkları bir çeşit adalet sistemi devreye girer. Yaşlı ve bilge hakemden kastedilen elbette bu alemlerde apse ve itibar sahibi olmuş kişidir. Racon kesmek ise bu apseli hakemin nihai hüküm vermesidir. Bu sistem tarafları yatıştırmadığında ise şiddet nihai olarak başvurulan bir araç olur.
Racon kesmek, aynı zamanda sokakta boy göstermek isteyen külhanbeylerin nara atmalarına da denir. Bu naralar çoğunlukla o dönemlerin meşhur kantolarının değişikliğe uğratılmış hali olabileceği gibi, sonu herkesin bildiği beylik şekliyle, “Heyt! Var mı bana yan bakan!” nidasıyla biter.
Adını hamamların külhanlarından alan külhanbeyleri ise, yersiz ve kimsesiz erkek güruhuna takılan isimdir. Hatta bazı kaynaklara göre külhanbeyliği bizzat Gedikpaşa Hamamında mecburen sabahlayan kimselerden türemiştir.* Bunlar, çoğunlukla dilencilik yapar, çevre dükkanlardan haraç alır, ufak tefek hırsızlıklara başvururlar. Külhanbeyleri genellikle ceketlerini omuzlarına atan, yüksek ölçeli ayakkabıların topuklarına basan, paçaları bol mor kadife pantolon giyen ve kuşak takan kimseler olarak tasvir edilir. Belirli kurallara, yeraltı aleminde geçerli olan “ahlaki” değerlere riayet etmezler. Keza bir kabadayı için “onurunu korumak” büyük mesele iken, bir külhanbeyinin böyle bir kavramı önemsediği söylenemez.
Bu kültürün “şanlı” neferleri olarak farz edilen kabadayılık da her şey gibi zamanla bozulur, 19.yüzyılın sonlarına doğru yozlaşır. Bu dönemden itibaren, bekar odalarında sefil halde yaşayan ne kadar işsiz güçsüz, kaldırım kurdu varsa kabadayı olmaya kalkışır ve bu alemi yakından tanıyan büyük muharrir Ahmet Rasim’in dediği gibi, “o eski civanmert gözü pek kabadayılar” artık yoktur.
Bu kültürden bahsetmek, kabadayıların “palavradan” mayasını alan destansı öykülerini dinlemek bizler için eğlenceli olsa da, sokaklarına bu kültürün hakim olduğu bir şehirde, bir dönemde yaşamak elbette pek keyifli olmasa gerek. Nitekim düsturları ne kadar farklı olursa olsun, kabadayıların da, külhanbeylerin de gücünü kavgadan, dolayısıyla şiddetten aldığı muhakkaktır. Keza bir ortamda hoşa gitmeyen bir duruş veya bakış, meydan okuma, hakaretamiz bir cümle söz konusu olduğunda bu kişilerin kavga çıkarması işten bile değildir.
Bu kavgaların temelinde yatan asıl sebep ise, “erkeklik” kavramının hangi niteliklere sahip olması ve nasıl tanımlandığı ile ilgili endişelerdir. Tıpkı bahsettiğimiz dizilerdeki karakterlerin arasında çatışmaya sebep olan meselelerin temelinde yattığı gibi. Bununla birlikte her iki kesim için kavgaya ve şiddete sebep etmenlerin bir diğeri ise sahip olunan namı koruma güdüsüdür. Şiddet ve korku sarmalıyla kurdukları bu dünyanın kurallarına göre ise bir kabadayının veya külhanbeyinin namı korumasının yolu hakarete uğramaktan kaçınması veya uğradığı takdirde bu hakaretin öcünü almasıyla sağlanır. Bu çeşitli silahlarla alınabildiği gibi, kabadayıların Osmanlı tokadı dediği fiziksel şiddetle hasmına zarar vererek de alınabilir.
Bahsi geçen bu düzen, devlet denetiminin önceki dönemlere göre daha sıkılaştığı 19. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Otoriter yönetim anlayışı nedeniyle siyasi suç harici suçların önceki döneme göre nispeten azaldığı Abdülhamid döneminde kabadayıların ve külhanbeylerinin sokaktaki gücü de azalmaya başlar. Aslına bakarsanız bu dönemde bu yeraltı kültürüyle devlet katlarındaki apseli paşalar arasında çeşitli bağın oluştuğu da görülür. Zira Abdülhamid’İn etrafındaki paşaların (paşalık orduda yükselenlerin yanı sıra aynı zamanda o zamanlar yüksek Osmanlı bürokratına da verilen bir unvandır) arasında Fehim Paşa gibi bu kökenden gelen kimseler olduğu gibi, birbiriyle rekabet halindeki paşaların pek çoğu bu yeraltı dünyasında kendilerine yandaş edinerek kendilerince iktidarlarını pekiştirirler. Sokaktan demini alan külhanbeyliği yavaş yavaş devletin içine sızar. Hikaye tanıdık, öyle değil mi?
Lafı gelmişken, geçtiğimiz sene yayımlanan Roger A. Deal’ın Namus Cinayetleri Sarhoş Kavgaları adlı kitabı bahsettiğimiz kültürü anlatan ve Abdülhamid İstanbul’undaki şiddetin ve suçun boyutlarını vesikalar ışığında inceleyen ender çalışmalardan biri… Meraklılarına duyurulur! (MK/BK)
* Ergun Hiçyılmaz, Racon, Karakarga Yayınları, İstanbul, 2016
* Fotoğraf: Ergün Hiçyılmaz'ın Racon kitabı kapağından.