Ekonomik durum, işsizlik derken meslek seçimlerimizi ideallerimize göre yaptığımız zamanlar çoktan geride kaldı. Lakin bana bir yirmi yıl geriye gidip, bu hayatta neden hukuk okudun diye sorarsanız, haksızlıkla mücadele edebilme gücüm olmasını istediğim için yanıtını veririm. Yaşadığımız hayatta büyük hikayelerin kahramanları olmamış olsak da; kişisel tarihlerimiz, ne yazık ki canımızın yandığı, haksızlığın ruhumuzda kara delikler açtığı bu coğrafyada yazıldı ve bazılarımızın payına bu haksızlara özne olmak düştü.
Adalet sistemini Amerikan filmlerinde tanımış, Türkiye’de jüri olmadığını öğrenince şok olmuş biri kadar olmasa da, kazanıp büyük heveslerle başladığım hukuk fakültesindeki eğitimi görünce, hayallerimin ciddi darbe aldığını söylesem abartmış olmam. Okuduğum süre boyunca hukukun bir sürü kalın kitap arasına sıkışmış, ve asla değişmez bir şey olduğuna inanıp, hukuku hukuk yapan her şeyinden soğuduğum ve hatta gençliğimi karanlık amfilerde heba ettiğime inandığım anlarım elbette çok oldu. O günler, şükürler olsun ki bitti… Gerçi karanlık amfilerin yerini, iç karartıcı duruşma salonları aldı, ama olsun; bitti…
Hukuk fakültesine girmiş okurken, adaleti gerçek kılmak gibi bir amacımız olduğunu hemen unutuyor, asıl ve yegane amacımızın para kazanmak olduğuna inanıyor ve aslında bunu öğreniyoruz. Yaşadığımız ekonomik düzen ve şartlar da üzerine eklenince, avukatlığın bir kamu görevi olması durumu, bir ihmal ya da kast durumunda yargılanacağımız mahkemenin niteliğini belirlerken aklımıza geliyor sadece.
“Adalete erişim” kavramını son süreçte sıklıkla duyuyoruz ve toplum olarak henüz erişemediğimiz konusunda da aslında hem fikiriz. Adalete erişmek, “orada bir köy var uzakta” hissiyatı ile asla ulaşamayacağımız ama varlığını bildiğimiz bir hedef gibi görünüyor bazen gözümüze. Peki, bu kavram tam olarak neyi ifade ediyor?
Adalete erişimin uluslararası alanda kabul edilen tek bir tanımı olmasa da, herkesin eşit biçimde hukuk sistemine erişebilmesi ve mevcut hukuki sistemin hem bireysel hem de toplumsal açıdan adil sonuçlar doğurması olarak tanımlanabilir. Bu hak, sadece ekonomik açıdan güçsüz durumdaki kişilerin avukat yardımına erişebilmesi ile sınırlı değil. Bir mahkeme binasının kente olan uzaklığı, kanun dilinin herkes için anlaşılır olması, kanun ve mahkeme kararlarına erişim, hakların bilinmesinin sağlanması, dava açmak için ödenecek mahkeme harçlarının makul seviyede olması, yargılama sürelerinin kısa olması gibi pek çok açıdan değerlendirilmesi gerekiyor. “Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz” gibi büyülü ceza prensiplerinin arkasına sığınarak, erişilmesi ve anlaşılması imkansız hukuk kuralları ve usulleri benimserseniz, nihayetinde eriştiğiniz şeyin adalet olduğunu söylemek imkansız hale gelir. Ve adalet, peşinde koşulan hayali bir sevgili olmanın bir adım ötesine geçemez.
İşte bu bitmek tükenmez adalet arayışında, yolum Varşova’da düzenlenen Avrupa Pro Bono Forumu’na düştü ve bu sayede pro bono ile resmi olarak tanışmış oldum. Pro bono, sistemli bir şekilde Türkiye’de kullanılabilir mi, artısı eksisi nedir biraz bunlara kafa yormak iyi olabilir diye düşünüyorum.
Pro bono, ücret alınmadan gönüllü olarak yapılan işler için kullanılan bir terim. Pro bonoyu hayır işlerinden ayıran şey, gönüllü hizmetin bizzat o işin uzmanı tarafından verilmesi. Pro bono, genellikle ekonomik olarak güçsüz ve dezavantajlı kişi ve gruplara, avukatlar tarafından verilen ücretsiz hukuki hizmetler için kullanılıyor. Hukuk dışındaki meslek gruplarında da, pro bono hizmetten elbette söz etmek mümkün. Örneğin, bir reklam şirketinin bir vakıf için tasarladığı reklamdan, tanıtım filminden para almaması gibi.
Türkiye’de eminim pek çok siyasi davada ya da hak temelli pek çok talepte bu şekilde görev almış, ücretsiz destek sunmuş, sunan avukatlar elbette var ancak benim görebildiğim kadarıyla uluslararası alanda pro bono sistemi biraz daha kurumsal bir oluşum.
Pro bonoyu adli yardımdan ayıran özellik, hizmeti veren avukatın bu işi gönüllü olarak üstlenmesi ve karşılığında hiçbir ücret almaması. Bahsettiğim konferansın Polonya’da yapılmasının bir sebebi, Polonya’nın adalete erişim konusunda çok ciddi bir yol almış olması. Hukuk fakülteleri bünyesinde kurulan hukuk klinikleri, bir yandan fakültedeki eğitimin kalitesini arttırırken bir yandan da adalete erişim konusunda çok başarılı araç işlevi görüyor. Ülkede, etkili bir pro bono ağı var. Pro bono hizmet, avukatlar tarafından etik bir görev kabul ediliyor. Komünizm döneminde siyasi davalar ya da tutuklamalar olduğunda, baroda avukatlar bir liste oluşturulur, isteyen avukat gidip o listeye gönüllü olarak adını yazdırır, davayı sırayla takip ederlermiş ve siyasi davalardan hiçbir koşulda ücret alınmazmış.
Ücret alınmadan sunulan avukatlık hizmeti konusunda, forumda paylaşılan bir bilgiyi aktarmadan geçemeyeceğim. 2. Dünya Savaşı sonrasında, bazı Nazi yargılamaları Polonya mahkemelerinde yapılmış. Bu dönemde yargılanan Naziler için Polonya Barosu’ndan hiçbir avukat önce avukatlık yapmayı kabul etmemiş. Sonrasında avukatlar savunma konusunda görev almaya karar vermişler ve üstlendikleri savunmalar ve avukatlık görevlerini de oldukça iyi ve etkili yapmışlar. Lakin bu Nazi savunmaları için Polonya Barosu’na kayıtlı hiçbir avukat ücret almayı kabul etmemiş. O dönemde ömür boyu hapis cezasına mahkum edilen ve Polonya’da hapis cezasını çekmekte olan bir Nazi generali, 1970lerin sonunda şartlı tahliye için mahkemeye başvurmuş ve kendisine bir özel avukat tutarak vekalet ücreti karşılığında avukatı aracılığıyla tahliye talebinde bulunmuş. Durum öğrenilince, Polonya Barosu’na kayıtlı bu avukata, bu işi vekalet ücreti karşılığında yaptığı için Baro tarafından disiplin cezası verilmiş.
Forumun açılış konuşması için İranlı avukat, insan hakları savunucusu ve Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi’nin geldiğini ve forumdaki avukat topluluğu için oldukça sarsıcı bir konuşma yaptığını yeri gelmişken bir not olarak düşeyim. Adalete erişmek için ödenen bedellerin ne derece ağır olabildiği konusunda somut bir örnek olarak Ebadi’nin konuşması oldukça etkiliydi ve bitirdiğinde de tüm salon ayakta alkışlıyordu.
Pro bono konusuna dönelim.
Pro bono sisteminin iyi işlediği ülkeler arasında İngiltere ve Amerika sayılabilir ve bazı ülkelerde avukatların yılda belli bir saat pro bono hizmet vermeleri şartı var. Foruma katılan toplamda ikiyüz avukat vardı ve bu avukatların neredeyse tamamı, çok büyük uluslararası firmaların çalışanları ya da ortaklarıydılar. Pro bono hizmetini, şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri gibi düşünebiliriz. Hukuk büroları da pro bonoyu bir sosyal sorumluluk projesi şeklinde uyguluyor. Aslında durum, Türkiye’de neredeyse tamamen tersine işliyor ve ücretsiz hukuk hizmet denildiğinde büyük hukuk firmalarından ziyade, tamamen bireysel ve büyük özveri ile sunulan destekler söz konusu.
Pro bono hizmetin kurumsal biçimde sağlanması için çoğu ülkede pro bono ağları kurulmuş. Bazı ağlar, tamamen profesyonel şekilde örgütlenmiş ve büyük hukuk firmaları ve diğer kayıt olan avukatlar bu ağlara aidat ödeyerek üye oluyorlar. Finans sektöründe aşina olduğumuz takas odası (clearing house) tarzı çalışan ve aracılık hizmeti gören ağlar da var. Sivil toplum kuruluşları ya da ekonomik durumu uygun olmayan kişiler tarafında, pro bono hizmet talebi bu ağa ya da kuruma yapılıyor. Kurum, bu davayı ücretsiz takip etmek isteyen avukat ya da hukuk firmasını bulup, yönlendirme hizmeti sağlıyor. Aynı zamanda, gelen talebin doğruluğunu ve güvenilirliğini de avukattan önce bu kurum denetlemiş oluyor.
Diyeceksiniz ki, büyük hukuk firmaları işi gücü bırakıp neden böylesi bir pro bono alanına girmek ister? Onları harekete geçiren nedir? Benim görebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla pro bono hizmet, oldukça prestijli bir hizmet sayılıyor ve bu yönüyle “reklam” amacına da hizmet ediyor. İyi bir şey yapmanın ardındaki gerçek niyeti bulmaya çalışmak, hizmetin kalitesini etkilemediği sürece kanımca sorun değil. Pro bonoyu, çalıştığınız alan konusuna aşkla bağlı olduğunuz için de yapabilirsiniz, o alanda kariyer yapmak için de ya da hukuk firmanızın reklamı olsun diye de… Burada temel sorun verilen hizmetin, gerçekten uzman kişiler tarafından verilip verilmediği noktasında kilitleniyor. Bu durum, özellikle uzmanlık gerektiren, içtihat yaratacak nitelikteki hukuki ihtilaflar için çok daha önemli.
Elbette hepimiz, hukuk fakültesi ve ardından stajı bitirdiğimiz anda her türlü davayı takip edebilecek ehliyete sahip avukatlar olarak mesleğe atılıyoruz. Ve yıllar boyunca verdiğimiz hizmetin kalitesi konusunda “serbest piyasa” koşulları dışında neredeyse hiçbir denetim ve eğitim zorunluluğu olmadan mesleği yapmaya devam ediyoruz. Hal böyleyken, pro bono için belli bir uzmanlık aramak aslında mümkün değil. Örneğin geniş çaplı etki yaratacak çevre hukukuna ilişkin bir davanın, sadece icra işleri yürüten bir hukuk firması tarafından ve çevre alanında uzmanlık bilgisi olmayan bir avukat tarafından takip edilmesi neticesinde, hak kaybına sebep olacak bir hukuki sonuçla karşılaşılması ihtimali var mı? Evet, var…
Pro bono, ekonomik açıdan avukat tutma gücü olmayan kişilere verilebildiği gibi, “etki yaratacak yargılama”lar için de veriliyor. Örneğin, bir engelli birey hakkında verilecek bir karar, tüm engelli bireylerin haklarını etkileyebilecek nitelikte ise, bu dava “etki yargılaması” ya da “stratejik dava” olarak kabul edilip, pro bono ağındaki avukatlar tarafından takip edilebiliyor. Bu noktada, hak temelli çalışan sivil toplum kuruluşları (STK) ile etkili ve ortak çalışmalar yapılması gerekiyor.
Forum esnasında gündeme gelen bir diğer konu, sivil toplum kuruluşları ile çalışırken, müvekkil menfaati ile STKların menfaat ve isteklerinin çatışması durumunda avukatların yaşadığı zorluk üzerineydi. Bazı durumlarda müvekkil uzlaşmayı ya da tazminat almayı isterken, STKların davaya takip etme ya da etkili bir karar çıkarma yönünde talepleri olabildiği ve aslında avukatın bu durumda sadece asil müvekkile karşı sorumlu olması gerektiği konuşuldu. Amerika’da bu durum müvekkil ve STK ile iki ayrı sözleşme yapılıp, görev ve sorumluluklar netleştirilerek çözülmeye çalışılıyormuş. Örneğin, avukatın müvekkili ile takip edeceği konular ve müvekkile karşı sorumlulukları ayrı olarak belirlenirken, medya ile ilişkiler STK üzerine bırakılabiliyormuş.
Türkiye’de barolar tarafından verilen adli yardım hizmeti varken, böyle ek bir pro bono sistemine ya da pro bono ağına ne gerek var diye düşünebilirsiniz. Ancak adli yardım sisteminin ülke genelinde etkili işlediğini söylemek kanımca mümkün değil. Ayrıca, bu sistemlerin birinin, diğerine tercih edilmesi de söz konusu değil.
Adalete erişim diyorsak, içerikle uğraştığımız kadar, yaratacağımız ve uygulayacağımız usullerle de bu içeriği desteklememiz gerekiyor. Pro bono hizmeti ya da hukuk klinikleri gibi oluşumlara “avukatlık piyasası daralıyor” diye veryansın etmeden önce biraz düşünmek ve barolara ve hukuk camiasına bu hizmetlerden faydalanacak kişilerin ekonomik olarak zaten bir avukatın bürosuna giremeyecek durumdaki kişiler olduğunu anlatmak konusunda biraz daha çaba harcamak lazım.
Türkiye’de STKların ve ekonomik anlamda adalete erişim konusunda güçlükle karşılaşan bireyler için böyle bir pro bono sistemine gerek var mı derseniz, tereddütsüz evet derim. Başta da dediğim gibi, uzmanlığı, talebi ve hizmet vermek isteyeni bir potada buluşturabileceğimiz bir sistem üzerine biraz daha kafa yormak ve adalete erişim amacına hizmet eden girişimleri desteklemek ve kurumsallaştırmak gerek. Yoksa, evet orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de… (ÖA/HK)
* Avrupa Pro Bono Forumu ile ayrıntılı bilgi için http://probonoforum.pilnet.org/about