Emperyalist güçlerin (bizim için özellikle ABD'nin) genel planlamaları doğrultusunda, yerli sermayenin ülkedeki ekonomik ve siyasal yapıya müdahalesi AKP eliyle yapılandırılmaya devam ediyor.
Yani olan biten ne sadece AKP'nin ideolojik formasyonuna ne de sermayenin yerel çıkarlarına indirgenerek anlaşılabilir.
Ama tersine, devam etmekte olan süreci tüm ayrıntılarıyla Washington'da planlanmış bir "senaryo" olarak görmek de hem emperyalizmin gücünü abartmak, hem de yerel dinamiklerin (ezileniyle, egemeniyle) etkisini görememek anlamına gelecektir.
Genel düzlemde emperyalist planlamaya uygun davranan yerli sermaye, fırsat yakaladıkça bu genel planlamaya kendi lehine müdahalelerde bulunmaya çalışmaktadır. Hakeza AKP de bir yandan sermayenin yeni konumlanışının uygulayıcısı olurken, diğer yandan da mümkün olduğunca kurulan yeni statükoya kendi ideolojik etkisini yapıyor.
Sermayenin, genel çıkarlarıyla çelişmediği sürece rejimin rengine ilişkin bu tür konumlanmalara pek aldırış etmediklerini yaşayarak görüyoruz. AKP hükümete geldiğinden bu yana toplam varlıklarını 5-10 kat arttıran Koç, Sabancı, OYAK, Çalık, Enka vs neden itiraz etsinler ki düzenlemelere?
Ancak sermayenin konumlanışında ve serbest akışında pürüz yaratacak, modernist tüketim kültürünü sekteye uğratacak ya da bir "güç sarhoşluğu" içerisine düşecek bir hükümetin (hele ki bu hükümet gerçek bir halk desteğine değil, sermaye şişirmesine dayanıyorken) hızla gözden düşürülüp yerine alternatifinin kısa sürede hazırlanacağından da kimsenin şüphesi olmasın. Bugün Kılıçdaroğlu başkanlığındaki "Yeni CHP"nin ısındırıldığı görev tam da budur. Muhafazakar liberal AKP, laikçi liberal CHP'yle terbiye edilecek, ve de tersi.
Bu uzun girişten sonra yazının başlığına dönecek olursak...
Ordu'nun vesayetini sermaye lehine kırmak için hükümete getirilen AKP, iktidar ilişkilerinde söylenecek son sözde "zorun", "silahlı güçlerin" önemini çok iyi bilmektedir (Demokratik Özerklik tartışmalarında "savunma" başlığının bunca kıyamet kopartması da bu yüzdendir). Ordu'yu terbiye etme, "işgal ettiği" mevzileri terk etme ve yalnız sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmek üzere kışlasına çekilmesine ikna etme, gerekiyorsa da "zorlama" noktasında ihtiyacı olan "silahlı gücü" Emniyet Teşkilatı (ve MİT) aracılığıyla sağlamaya çalışmaktadır.
İktidara geldiğinde 180-200 bin civarı olan polis sayısı bugün 350 bin civarındadır ve bu sayının 400-450 bine çıkartılması planlanmaktadır.
Emniyet Teşkilatına verdiği önemi, polisin tüm faşist uygulamalarını (en son Dolmabahçe'de olanları hatırlayınız) "ben polisimi ezdirtmem" anlayışıyla destekleyen Tayyip Erdoğan'ın tavrından kolaylıkla görmek mümkün.
AKP'nin polise ilgisi sayısını arttırmakla da bitmiyor. 2011 bütçesinde, bir önceki yıla göre yüzde 23,2 oranında arttırılarak, Emniyet Teşkilatına ayrılan pay 10 milyar 578 milyon TL'ye çıkartıldı. Eğitime, sağlığa ayrılan bütçeyle karşılaştırıldığında AKP'nin önümüzdeki dönem için önceliklerini anlamak çok da zor değil.
Yılın ilk günü yayınlanan "Harp Silahları, Bunların Aksam ve Parçalarının İthaline İlişkin Tebliğ"le birlikte Polis'in "ağır silahlar"la donatılmasının da önü açılmış oldu.
Bütün bu kayırmalar yetmiyormuş gibi 3 Ocak 2011'de toplanan yılın ilk Bakanlar Kurulu yüzbinlerce üniversite mezunu altı ay, milyonlarca lise mezunu onbeş ay askerlik yaparken, Akademi mezunu polislerin üç hafta, Polis Lisesi mezunlarının altı ay askerlik yapmasını kararlaştırdı. "Zorunlu askerlik" denen ucube zaten yeterince can sıkıcıyken bir de bu "eşitsiz" kayırma eklenmiş oldu.
Şüphesiz ki "güçlü polis teşkilatı"nın öncelikli görevi adaletin mahkemelerde koruduğu "mülk"ü sokaklarda korumak. Yani burnunu krizden çıkartamayan kapitalizme karşı her türlü olası itirazı zapturapt altına almak.
Ama "güçlendirilmiş Polis Teşkilatının" aynı zamanda, yeni statüko içerisinde budanmış yetkeleriyle yeni pozisyonunu alan, ancak ilk fırsatta "eski statükonun güzel günlerine" dönüş için gereken "her şeyi" yapabilecek Ordu karşısında bir güç odağı olarak kapasitesinin arttırılmakta olduğu aşikar.
Bu durumdan illaki bir fiziki karşı karşıya geliş olacağı sonucu çıkmasa da, egemenler arası olan bir karşı karşıya gelişte "silahlı gücü" elde bulundurmak sonucu belirlemekte etkili olacaktır.
Sermaye AKP eliyle güçlendirdiği "Emniyet Teşkilatı" vasıtasıyla hem mutlak kontrolünde bir silahlı güç, hem de yeni statükoya uygun bir Ordu dizaynında "zorlayıcı" olabilecek bir kuvvet yaratmış oluyor. Yeni statüko, sermayenin yerel, bölgesel ve küresel çıkarları doğrultusunda hareket edecek, içeride "güçlü polis", dışarıda "güçlü ordu" anlayışına dayanıyor. Bu yüzden de sermaye, Ordu'yu imtiyazlarından arındırarak ama "gücünü koruyarak/arttırarak" kendi kontrolüne almak istiyor.
AKP sermayenin istediği "yeni statüko"yu kurarken, yeniden yapılandırmak üzere el attığı her kurumu kendi düsturunca ve kendi kadrolarıyla şekillendiriyor. YÖK'te, Yargı'da olduğu gibi, Emniyet Teşkilatında da aynı süreçler işliyor. Devlet kurumlarının 12 Eylül'den kalma anti-demokratik yapılanmalarını ortadan kaldırmak bir yana, hakimiyeti ele geçirdiği andan itibaren de daha fazla merkezi siyasete bağlı, daha totaliter yapılara dönüştürüyor. Resimdeki bu dönüşüm sürecine kendi rengini daha fazla verebilmek için illegal "paralel hukuklar" işletmekten de geri durmuyor. Fırsatını bulduğunda ise "paralel hukuklarının" içtihatlarına yasal statüler kazandırıyor.
En son ortaya çıkan "hakim ve savcıların fişlenmesi olayı" bunun en tipik örneklerinden biri oldu. Eski statüko "namaz kılıyor mu, camiye gidiyor mu, eşi türbanlı mı" diye fişlerken, yeni statüko da "içki içiyor mu, bara gidiyor mu, eşi açık mı" diye fişliyor. İşte AKP'nin "ileri demokrasi"sindeki, sermayenin yeni statükosundaki ilerleme!
Tüm bu gelişmeler olup biterken, bu düzenin mağdurlarının tek çıkar yolu kendi statükolarını, kendi anayasalarını, kendi taleplerini sistematize edip örgütlü güçlerini oluşturmaktır. Sermayenin "yeni statükosu"nun AKP'sinden de, "Yeni CHP"sinden de, eski statükonun çöplüğünde debelenip duran MHP'den de alınterlerini yaşamlarına katık edenlerin, özgürlük, eşitlik ve adalet isteyenlerin bir çıkarı olamaz. (TY/EÖ)
(*) Toplumsal Özgürlük Platformu Sözcüsü, Silivri Cezaevi