Sevgili Pınar merhaba,
Eskiden de "mektup" yazmayı severdim.
Ellerimle! İyi bir kağıda; bulabilirsem iyi bir dolmakalemle ve güzel bir yazıyla...
Yalnızca yazdıklarımı değil, nasıl yazdığımı da önemserdim. Sonunda bir tabloya bakar gibi son bir kez bakar, sonra zarfa koyar postaya verirdim; önemine göre bazen taahhütlü, bazen de "iadeli taahhütlü".
Sonra "elektronik ortam" çıktı. Elektronik mektuplar yazdım, halen de yazıyorum.
Yaklaşık 2 yıldır "başka tür" mektuplar da yazmaya başladım: "Açık" mektuplar.
Bir muhatabı olmasına karşın "herkese açık" olan mektuplar bunlar.
Önce "yitirdiklerimiz" için yazdım. Sevgili Hrant başta olmak üzere artık dokunamayacağım, elini tutamayacağım, sıcaklığını hissedemeyeceğim sevdiklerim için.
Onlara yazdığım mektupları başka türlü ulaştırma yolum yoktu.
Üstelik yazıklarım aslında hepimizi ilgilendiriyordu.
Sonra kızıma ve kızım için yazdım. Senin de bildiğin ve on iki yıldır yaşadığına benzer bir olay başına geldiği için...
Ona da her düşündüğümü yazarak ulaştırma olanağım yoktu. Mecburdum bir anlamda. O yüzden "açık" mektuplar yazdım.
Bilirsin ben bir "doktorum"; "iyilik" için uğraştım yıllardır. Şimdilerde "iyilikler" yok edilmeye çalışılıyor. Yıllarca emek verdiğim, çalıştığım "hastane" de şimdilerde "yok edilmeye" çalışılıyor. Onun için yazdım; hem de en üst makamlara hitap ederek.
O hastane senin her zaman öncelik verdiğin "öteki" sayılanlardan, kimsenin görmediği ve "yok saymaya" çalıştığı bir kesimin, "cüzzamlıların" elinden alınmaya çalışılıyor.
27 yıl hizmet verdiğim hastanenin kapatılarak yok edilmemesi için yazdım o açık mektupları.
Sana da yazdım
Şimdi de senin için "hâlâ tanığız" dediğimiz bu süreçte bir "açık mektup" daha yazmak istedim. Değişik nedenlerle arada sırada gönderdiğim küçük, kısa, aslında birer mektup olmayan "elmek"leri saymazsak aslında ilk kez yazıyorum sana. İlkinin bir "açık mektup" olmasını istemezdim ama koşullar dayattığında, başka çare kalmıyor!
O yüzden sana da "açık mektup" biçiminde yazmayı yeğliyorum.
Bu kez amacım farklı ve birden fazla!
İlki senin yaşadığın haksızlıkları ve hukuksuzlukları henüz duy(a)mamış, farkında olamamış kesimlere ulaştırma, haberdar kılma konusunda katkıda bulunmak; böylelikle "biz de tanığız" diyenlerin sayısını biraz daha çoğaltmak.
Bir diğeri "tarihe bir not" düşmek, bir "belge" daha bırakmak. Buna gereksinmemiz var!
Ama çok daha önemlisi, demokrasi ve özgürlükler konusundaki eksikliğimizi, "mahremiyetimizi" ortadan kaldırarak kapatan, neredeyse her anımızı gözetleyen, hepimize büyük bir "gözaltı" yaşatan bu sisteme onun asla göremeyeceği beyinlerimizin kıvrımlarındaki düşüncelerimizi de açarak göstermek.
Yalnızca yaptıklarımızdan değil, düşüncelerimizi de, tıpkı senin her zaman yaptığın gibi, umutla, dirençle, içtenlik ve doğrulukla herkese, ama aslında en çok da on iki yıldır seni bu sıkıntıya sokanlara açarak, başa bir deyişle senin yaptığını yaparak çoğalmak ve çoğaltmak.
Ancak o zaman senin "tek" olmadığın, olmayacağın kanaatine ulaşacaklarını düşünüyorum. Gerçekten de Pınar'ın suçsuzluğunu sağlamanın yollarından birisinin de "Pınar"ların sayısını çoğaltabilmek.
Azınlıkta olmak değil, "az olmak" güçsüz kılıyor çünkü!
Sevgili Pınar
Mektuplar hem kendimizi anlatır, hem de kendimizdeki yazdığımız kişiyi.
Bu yüzden de bir açık mektup yazmak istedim sana.
Herkes senin suçunu, mahkeme dosyalarında ve yargı kararlarında yazılanlar sanıyor.
Herkes burada yazılanların doğru olmadığı için itiraz ediyor ve sana destek veriyor.
Yargı somut olayı ve o somut olaydan sorumlu olanları yargılar ve kararını buna göre verir.
Ama "somut olay" dediğimiz hiçbir zaman "tek boyutlu ya da katmanlı" değildir. Bunu herkes bilir, ama çoğu zaman o katmanlar açıkça ifade edilmez.
Ben senin asıl suçlandığın konunun bir patlamayla ilişkinin olup olmaması olduğunu düşünmüyorum.
Asıl suçun 9 Şubattaki duruşman için yapılan basın toplantısında Nükhet Sirman hoca'nın da söylediği. Senin davanda aslında en "somut olay" o ve onun faili olduğunu da sen asla reddetmiyordun zaten.
Madem "açık mektup", ben de açık söyleyeyim; "sormak ve sorgulamak" senin suçun sevgili Pınar.
Sen şanslı bir çocukluk yaşadın. Bunu çok iyi biliyorum. Çünkü babanı, sevgili Alp Abi'yi yakından tanıyorum. O sana asla çocukken sorduğun sorular için kızmamıştır. Hatta hepimizin başına geldiği gibi artan soruları nedeniyle annenin, babanın, büyüklerinin "şiddetine" maruz kalmamışsındır. Sana sormamak, sorgulamamak hiçbir zaman dayatılmamış, suç sayılmamıştır. Belki okuduğun okullarda öğretmenlerinin bu yöndeki kısıtlayıcı ya da engelleyici tutumlarına maruz kalmışsındır ama sen uzmanlık alanını seçerken de, bu alanda ki çalışma konularını seçerken de sorma ve sorgulamayı doğruya ve gerçeğe erişmek için "doğal", "zorunlu", hatta "olmazsa olmaz" görmüşsündür.
Bir düşün; neden çocuklara büyükleri sorgulamayı yasak ederler. Neden "sus sen küçüksün" derler.
Bir düşün; içinde yaşadığımız ülkede, dünyada aslında bize hizmet için varolan adına "devlet" denilen yapılar, neden bizlerin "sorma ve sorgulamaları"nı hep engellemeye çalışırlar. Neden "bilgi edinme hakkı" diye bir hak tanımlanmıştır, hatta ancak uzun soluklu mücadelelerden sonra bir "yasa" çıkarılarak, yine öncelikle sınırları vurgulanarak ortaya konulmuştur ve bu yasa çerçevesinde talep edilen bilgiler bile verilmez. Çünkü devlet ona bağlı ve tabi olan yurttaşının her şeyi "sormasını ve sorgulamasını" istemez. Bunu biliyorsun Pınar. Bu ülkede ne devlet, ne diğer egemenler, ne de tüm otoriteler sorulara ve sorgulamalara maruz kalmak istemezler. Kurdukları mekanizmalarla bunun olmasını hep güçleştirirler.
Ve yine bir düşün: Neden çocuklar karşılaştıkları engellemelere ve kısıtlamalara karşın yine de hep sorarlar.
İşte insanın aklı, duyuları ve duyguları oldukça hep soracak ve sorgulayacaktır. Büyükler çocuğa sıklıkla "el kaldırarak" ya da "bağırarak", bazen de doğrudan "fiziksel şiddet" uygulayarak sorma ve sorgulamalarını engellerler.
Peki devlet bunu nasıl ve neden yapar?
Sen bu sorunun yanıtını yaşayarak öğrendin, öğreniyorsun; dahası henüz öğrenmemiş olanlara da yaşadıklarınla öğretiyorsun.
Bu davanın sonucunda verilecek karar herkesin, hepimizin istediği ve adaletin gereği olan karar olabilir. Ama bu karar, "sorma ve sorgulama"nın artık suç olmayacağı, cezalandırılmaya çalışılmayacağı anlamına gelmeyecek.
Bunu da çok iyi bildiğini ben biliyorum.
Ama başka bir şeyi daha biliyorum; Sirman hoca onu da söyledi konuşmasında: "İyimserliğin".
Bu da bana çok doğal geliyor. Çünkü sormak ve sorgulamak aslında ardında hep bir "iyimserliği" taşır. Tıpkı çocuklar gibi. Onların en can alıcı soruları bile "masum"dur ve içinde hep bir "iyimserlik" içerir.
Soranlar ve sorgulayanlar, sordukları kötü olaylarla ilgili olsa da, o kötülüğün sorgulanarak ortaya konulduktan sonra değişeceğine inanırlar.
Bunu sürekli yapabilmek ve hep iyimser olmak için bir de "direnç ve dayanıklılık" olması gerekir. Çünkü sorulacak ve sorgulanacak konular, en başta da doğrudan devletin yaptıklarıyla ilgili olanlar o kadar çok ve çeşitli ki; onların hepsini sorgulayabilmek için gerekir dirençli ve dayanıklı olmak.
Yol Olur
Sevgili Pınar uzattım; artık sözlerimi bağlamak zorundayım:
Bu ülkede "barışı sorma"nın ve "savaşı sorgulama"nın büyük bir suç olduğunu en iyi sen biliyorsun. Bu ülkede soruların en tehlikelisi de hep bu oldu. Çünkü bunu yapınca, tüm diğer soruların ve sorgulamaların da rahatlıkla yapılabileceğini çok iyi biliyorlar.
Bu ülkenin insanının ağzında bir deyim vardır: "Yol olur"
İşte yaşadıkların hep bundan: "Yol olmasın!" diye.
Ama bizim de başka çaremiz yok. O yolları açacağız.
Hep birlikte, çoğalarak; daha çok sorup daha çok sorgulayarak.
İşte bu yüzden yazdım bu açık mektubu.
9 Şubat'ta sen yokken senin için bir kez daha buluşacağız hepimiz, bu önemli dava için...
Nice "yollara!" (MS/EÖ)