PETA'nın cinsiyetçiliğe göz kırpan kampanyalarının 2000'ler sonrası epey arttı. Özellikle, çıplak kadın mankenler kullanarak çok klişe bir mentaliteyle ilgi çekmeye çalışan, "veganlar daha iyi sevişir" temalı, çoğunlukla da cinsiyetçi kampanyalarla yeni yetmelerin ve üniversite öğrencilerinin desteğini almak isteyen kampanyalar artık iyice yaygın birer PETA eylemliliği haline geldi. Yüzeysel çoğuluğa ulaşmak isteyen PETA elbette bu kampanyalarda biraz zarar da gördü, bir çok PETA üyesi bu kampanyaların ardından örgütten ayrıldı.
Geçtiğimiz haftalarda biamag'da PETA'nın cinsiyetçi kampanyalarını eleştiren, Billur Dokur ve İrem İnceoğlu imzalı bir makale yayınlandı. Benim bu yazıdaki amacım, bir PETA üyesi vegan olarak, PETA'yı savunmaktan ziyade, Dokur ve İnceoğlu'nun yazısında değinilmeyen bir iki hususa işaret etmek.
PETA'nın bu kampanyalardaki naif tezi, çok iyimsersek eğer, belden aşağı bir espriyle gülümseme yaratarak kitlelerin veganizme bakışını değiştirmek. Bunu yaparken de muazzam bir politik doğruluk çabasına girmemeleri de, PETA'nın pragmatizmiyle rahatlıkla özdeşleştirilebilir.
PETA'nın cinsiyetçilikten rahatsız olmamasının ardında acı bir Amerikan pragmatizmi yatıyor. Örgütün yayınlarını takip edersek görürüz, PETA'nın son zamanlarda aldığı tavır, yüzeysel bir hayvan sevgisi ve hayvan refahı örgütü olmaya doğru kaymaktadır. Bu amaca ulaşmak için de, bacak araları marulla kapatılmış ünlülerin çıplak resimlerini, Dokur ve İnceoğlu'nun gayet isabetli bir şekilde işaret ettiği kampanyaları kullanmakta örgüt bir beis görmemektedir artık.
Zamanında, ALF (Animal Liberation Front - Hayvan Özgürlük Cephesi) tutsaklarının hukuki masraflarına katkılar sunan, oldukça radikal hayvan özgürlük mücadelesi eylemcileri tarafından kurulan PETA peki neden bu hale geldi, neden yüzeysel Amerikan pragmatizmine yenik düştü? (*)
Bunun ardındaki en önemli neden, 11 Eylül sonrası ABD'de artan terör paranoyasının eko-örgütlere ve hayvan özgürlük mücadelesine sıçramasıdır.
Hatırlayalım, hem FBI'a hem de ABD hükümetine göre, ABD'ye yönelik en büyük iç tehdit eko-terörizmdir. Bu bahaneyle, ABD'de 2000'li yılların başından beri bir çok eylemci ve sabotajcı tutuklanmakta ve terör suçlarından yargılanmaktadır. Her ne kadar bu eylemlerde, hiç bir insana (ve elbetteki hayvana) zarar gelmemiş olsa da, mülk tahribatı ve sabotaj eylemleri büyük maddi "kayıplara" yol açmakta, bu nedenle de bu eylemler ABD devleti tarafından "terörizm" olarak yargılanmaktadır.
Hayvanlar üzerinde deney yapmaya karşı çıkmak, ilaç şirketlerinin pervasızlıklarına dur demek, sirklere karşı çıkmak, üniversitelerde diseksiyon dersleri gibi vahşetlere muhalif olmak artık ABD'de ciddi bir risk taşımaktadır. Bu korku nedeniyle (buna Green-scare/yeşil-korku denmekte) bir çok grup anaakım kanallara kaymakta, veganlığı bir diyete indirgemekte, politik hayvan refahı hareketini rafa kaldırıp, evhayvanı-sever bir mücadele kalıbı benimsemektedirler. PETA da buna istisna değil.
Oysa, PETA 1980'lerde kuruluşunun ilk yıllarında, hatta 2000'lerin başlarında ALF ile olan "gönül bağını" defalarca açık etmişti. 1990'larda PETA o dönemlerin ilk "ekoterörislerin" hukuki masraflarına çok da büyük olmayan meblağlarla katkıda bulunmuştur - şimdilerde bu "ekoterörislerle" olan bağın açığa çıkmasından rahatsız olan dernek, ağız değiştirerek, bu bağışların bir hata olduğunu söylemektedir. Bu ağız değiştirme, belki de anlaşılır şekilde, derneğin odağının çok daha light meselelere kaymasına da vesile olmuştur.
PETA'nın iğrenç bir cinsiyetçiliğe göz kırpmasının üç ciddi sorunu var.
Birincisi, bu belden aşağı kampanyalar, vegan olmanın cinsel hormonları önmaddesini arttırdığı için şehveti tetiklediğini gösteren araştırmaların ciddiye alınmasını engellemektedir. Farkındayım, bu araştırmalara temkinli yaklaşmak gerekmektedir. Sorun, bilimsel araştırmaların kendisi değil, bu araştırmaları cinsiyetçiliğe argüman olarak kullanmaktadır. Diğer bir deyişle, vegan olduktan sonra kendini rambo sanan delikanlıların, kız arkadaşlarını taciz edip "vegan oldum, azdım kudurdum" gibi bahaneler kullanmasını kolaylaştırmaktadır bu kampanyalar.
İkincisi, PETA veganizmin her derde deva bir zemzem olduğu izlenimini yaratmaktadır. Fakat, malum, veganlar da şişkolaşabilir, veganlar da kansere yakalanabilir. Her ne kadar tüm bu ve benzeri sağlık sorunlarına veganların yakalanma riski düşükse de, veganlık her derde deva bir kür olarak takdim edilmemelidir. Bu, sadece beklentileri yükseltmekle kalmaz, ayrıca, veganizmin yanlış anlaşılmasına yol açar.
Üçüncü ve en önemli sorun da, PETA kampanyalarının ABD'deki yeşil-korkuyu tamamıyla yok saymasıdır. Hayvan özgürlük mücadelesi, bu ve benzeri kampanyalarla yüzeyselleştirilmekte, politik özünden koparılmaktadır. Meselenin vehameti ve ciddiyeti de önemsizleştirilmektedir. PETA ve benzerlerine göre, hayvan özgürleşmesinin şartlarından biri "hayvanları sevmektir". Bu üstten bakan küstah yaklaşım, türcülüğün emarelerindendir.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi, dünyadaki en zor mücadelelerden biridir. Zira, sadece bu harekette, uğruna savaştığınız bireyler, hareketin bir parçası değildirler (kadınların yer almadığı bir feminist hareket düşünebilir misiniz?).
Dahası, insanların açlığı gibi hem magazinsel hem duygusal olarak ağır bir çok mesele varken, hayvan özgürlüğüne öncelik vermek yanlış görünebilir. Hayvan hakları ve özgürlüğü örgütlerinin de, bu zorlu mücadelede, PETA örneğinde olduğu gibi, yanlışlar yapması beni şaşırtmıyor. Beni şaşırtan, PETA'nın bu yanlışı uzun yıllardır hala tekrarlamasıdır. (CB/ÇT)
(*): Bakınız: Can Başkent, "Türler ve Cinsler", Kibele Yayınları.