Daha güvenli ve refah bir yaşam uğruna evlerini ve sevdiklerini arkalarında bırakmayı göze alan göçmenlerin birçoğu, uzun ve tehlikeli yolculuklarının ardından ulaştıkları Yunanistan’ın Patras limanının aslında daha zorlu bir deneyimin başlangıcı anlamına geldiğinin farkında bile değil.
Patras, bir tür anti-ütopik hapishane çünkü buradaki duvarlar “zengin” bir dünyanın sanal zincirleriyle örülmüş ve özgürlükleriyle övünen bir dünyanın kaotik ve çözümlenmesi zor bir yanını yansıtıyor.
Patras, Yunanistan’ın güneyinde küçük bir liman kenti ve ülkenin İtalya’ya en yakın noktası. Afrika ve Asya’dan binbir zahmetle buraya ulaşmayı başarmış olan insanlar bu şehirde terkedilmiş fabrika ve evlerde bir tür hapis hayatı yaşıyor. Kaldıkları yerden dışarıya çıkmaları cesaret gerektiriyor.
Çünkü polisin kendilerini yakalamasıyla ilk uyarıyı alıyorlar; ki bu onlara 30 günlük bir süre verileceği anlamına geliyor. Bu süre içerisinde Yunanistan’ı terkedip ülkelerine geri dönmeleri gerekiyor. Bu sürenin sonunda dönmemeleri ve bir daha yakalanmaları durumunda Korinthos şehrindeki hapishaneye gönderiliyorlar ve en az 18 aylık bir hapis hayatı kendilerini bekliyor.
Göçmenlerin hemen hemen hepsi Patras limanının yakınlarındaki terkedilmiş yerlerde saklanıyor. Hepsinin bakışları tek bir yere kilitlenmiş durumda; “limandaki tırlar”.
En büyük amaçları, o tırlardan birisine binebilmek ve soluğu İtalya’da almak. Bu istek o kadar güçlü ki kötü niyetli bazı kişiler tarafından kandırılıp son paralarını da burada kaybediyorlar.
Gece uyumaları neredeyse imkansız çünkü polisin ne zaman baskın yapacağı hiçbir zaman belli değil ve yakalanmamak için kaçmak zorundalar. Bu baskınlardan kurtulmak için kimisi çatılara çıkarken kimisi de demir çitlerden atlayıp kaçmaya çalışıyor. Bu nedenle sürekli ya ciddi biçimde yaralanıyorlar ya da kimi zaman hayatlarını bu yabancı topraklarda yitirip, maceralarını kimsesizler mezarlığında noktalıyorlar.
5 Kasım Çarşamba günü Patras’taki yeni limanın hemen karşısında bulunan terkedilmiş fabrikaya vardığımda oldukça kaygılıydım çünkü orada yaşadıklarını öğrendiğim 30-40 kadar Afgan göçmenin beni nasıl karşılayacağını merak ediyordum.
Devriye gezen polislere görünmemeye çalışarak yaklaştığım binada, yüksek demir çitlerin arkasından dışarıya bakmakta olan ve Özbek olduğunu tahmin ettiğim bir gence yaklaşıp İngilizce olarak içeri girip giremeyeceğimi sordum. Daha sonra Türkiye’de de bir süre kaldığını (ve Türkçe konuşabildiğini) öğrendiğim Ümit isimli bu genç Türkiye’den geldiğimi duyunca büyük bir heyecanla beni içeri davet etti.
Beraberimde getirdiğim sigara ve meyveleri dağıtmaya başladığımda yanımdakilerin sayısı da gitgide artmaya başladı. Bazıları çok iyi derecede Türkçe konuşabiliyordu. Bunlardan, cesareti ve kendine güveni ile en göze batanı Muhammed isimli bir Afgan genciydi. Patras’a gelmeden önce iki yıl boyunca kaldığı Denizli’de yaşadıklarını öve öve bitiremiyor ve imkan olsa geri dönmek istediğini anlatıyordu.
Muhammed’in kamptaki diğer Afgan gençler üzerindeki etkisi ve yönlendirme yeteneği çok dikkat çekiciydi. Ben fotoğraf çekme konusunda tereddütlü davrandıkça o beni rahatlatıyor ve arkadaşlarına bana yardımcı olmaları konusunda talimatlar veriyordu. Orada yaşadıkları sıkıntıları anlatırken gözlerine yansıyan heyecan ve öfke duygusu diğerlerini de etkiliyor, fotoğraf çekilirken gülümseyen yüzler o konuşmaya başlayınca hatırladıkları gerçekler karşısında durgunlaşıyordu.
Muhammed bana uzun uzun polisin sabah karşı yaptığı baskınları anlattı ve geceleri uyumalarının neredeyse mümkün olmadığından sözetti. Kısa bir süre önce, bir sabah baskını sırasında, “Hecaz” isimli ve daha 16 yaşında bir arkadaşlarının çatıdaki bir boşluktan aşağı düştüğünü ve polislerin gözü önünde hayatını kaybettiğini anlattı.
Muhammed başka bir genci yanına çağırarak bize Javad Rezaie isimli kuzeninden bahsetmesini istedi. Javad bir başka baskın sırasında kaçmaya vakit bulamadan yakalanmış ve polislerce götürülmüş. Şu anda nerede olduğunu kimse bilmiyor. Büyük olasılıkla, Korinthos kentindeki tutuk evinde on sekiz boyunca hapis yatacak.. Sonrası ise meçhul...
Akşam üstü herkesle vedalaşıp otele döndüğümde, yaşadıklarımı Patras şehrinde faaliyet gösteren “Kinisi” adlı sivil toplum örgütünden bir yetkiliye anlattım. Kinisi, uzun yıllardır göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenen, onlara yemek, sağlık ve eğitim gibi insani yardımlar götüren bir inisiyatif. Maria isimli bir yetkili ile sözleşip ertesi sabah beraber kampa gitmeye karar verdik.
Sabah yanımızda çok sayıda yiyecek ve sigarayla kampa girdiğimizde çok garip bir biçimde kampın bomboş olduğunu ve önceki haftalarda çitlerden atlarken bacağı yaralanmış bir Afgan dışında kimsenin kalmadığını farkettik. Ali isimli bu genç bize polisin sabah çok ani ve şiddetli bir baskın yaptığını ve herkesin kaçtığını anlattı.
O arada kaçtıkları yerlerden çıkarak kampa geri dönen bir kaç kişiyi farkettik; hepsinin elleri ve bacakları yara bere içindeydi. Onlara yaklaştığımız anda, bir polis memurunun dışarda bir başka Afgan’ı yakaladığını ve götürmeye başladığını gördük. Ben o anda fotoğraf makinamla çekim yapmak istediğimde arkadan gelen başka polislerce sorgusuz sualsiz göz altına alındım ve polis merkezine götürüldüm. Karakolda, bir gün önce gördüğüm Afgan gençleri, başları önlerinde, çaresizce oturuyorlardı. Birbirimizi gördüğümüzde acı bir tebessümle selam verdik.
Polisler, özellikle Türkiyeli olmam ve fotoğraf makinasıyla çekim yapıyor olmama kuşkuyla yaklaşıyorlardı. Girişteki kayıt odasında, duvara yapıştırılmış Meryem Ana resimlerinin hemen önüne kurulmuş bir masada oturan, neredeyse masa büyüklüğündeki defterlere her gelen mülteciyle ilgili bilgi giren ve yaptığı işten ne kadar bunaldığını sık sık etrafındakilere bağırarak belli eden genç bir polis oturuyordu. Ellerini ve kalemlerini iki de bir kolonyayla dezenfekte ediyor ve her defasında anlamsız gözlerle bana bakıyordu. Nihayet, saatler süren beklemenin ve uzun bir sorgulamanın ardından, özellikle Kinisi avukatlarının da devreye girmesiyle, salıverildim.
Ertesi gün Atina’ya dönerken arkamda bıraktığım Afgan gençleri ve onların ailelerini düşündüm yol boyunca; bu acımasız dünyada, adaletsizlikler ve savaşlar varoldukça, bitmeyecek bir trajedinin gencecik mahkumlarını...
Yunanistan’daki göçmen sorununa genel bir bakış
İspanya ve İtalya’nın komşu Afrika ülkeleriyle imzaladıkları yasadışı göçmenlikle ortak mücadele anlaşmalarının ardından Yunanistan’a izinsiz giriş yapan mültecilerin sayısında son yıllarda büyük bir artış gözlenmekte.
İstatistiklere göz atıldığında, 2010 yılında Avrupa Birliği’ne yasadışı yollarla gelen göçmenlerin yüzde 90’ının ilk olarak Yunanistan topraklarına ayak bastıkları görülüyor. Yunanistan’daki izinsiz göçmen sayısında görülen artışa ek olarak, AB’nin 2003 yılında yürürlüğe soktuğu Dublin II antlaşmasıyla “göçmenlerin iltica taleplerinin sadece ayak bastıkları ülkede değerlendirilmesi” zorunluluğu ortaya çıktı.
Bu koşullar Yunanistan’ın yalnızca büyük bir “kaçak göçmen depo”suna dönüşmesine yol açmadı, aynı zamanda, başgösteren derin ekonomik kriz ve hükümetin “ilticaya sıfır tolerans” (zero-asylum) politikasıyla birleşince ortaya çok ciddi insan ihlallerinin çıktığı tehlikeli bir sürece girildi.
Yunanistan’daki tutukevlerinin aşırı doluluğu, beslenme, hijyen ve kötü muamele gibi birçok ciddi soruna ek olarak, son yıllarda oy oranı hızla yükselen ve ülkenin üçüncü büyük partisi haline gelen ırkçı Golden Dawn (Altın Şafak) sempatizanları da mültecilere sık sık saldırarak onların gözünü korkutmaya ve cesaretlerini kırmaya çalışıyor.
Ne yazık ki, ülkeden kovulmadan ya da yakalanıp tutukevlerine gönderilmeden önce iltica başvurusu yapma şansını yakalayan göçmenleri ise Yunan bürokrasisinin geneldeki aşırı yavaşlığına hükümetin ayak sürümesi de eklenince, çok uzun yıllar sürebilecek ve büyük olasılıkla olumsuzlukla sonuçlanacak bir karar süreci beklemekte.
Son yıllarda olumlu olarak görülebilecek tek gelişme ise, Yunanistan’daki insan hakları ihlallerinin diğer Avrupa ülkelerindeki sivil toplum örgütlerini harekete geçirmesiyle birlikte bir kamuoyu baskısının ortaya çıkması oldu.
Bu baskı neticesinde, bazı kuzey Avrupa ülkeleri, Yunanistan’dan kaçarak kendilerine sığınan izinsiz göçmenleri bu ülkeye geri göndermelerini gerektiren Dublin antlaşması kararını uygulama konusunda geri adım atmaya başladılar. (ÖE/NV)