Nasıl ki siyasal iktidar, insanın belirsizliği ve savunmasızlığına dayanıyorsa, serbest piyasadan doğan temel varoluşsal güvencesizliğin aksine, devletin kurtuluş sunma konusundaki tekelini geri kazanmasını sağlayacağını umduğu (hiç de gerçek, belirgin, açık ve şiddetli olmayan) bu alternatif güvencesizliğin yeter miktarda korkuya sebep olması için suni olarak şişirilmesi ve güçlendirilmesi, en azından epeyce abartılması gerekir.
Şişirilen paniğin kendisi ise döne dolaşa "rıza"yı üretir ve söz konusu rıza, giderek bir asayiş ve düzen meselesine tahvil edilir. Öyle ki, bir bireyin kendi kaynaklarını kullanarak ve riskleri bizzat kendi üstlenerek, piyasa oyununa, oyunun kanunî kurallarına göre katılmaya yetersiz olması, gitgide suç kapsamına sokuluyor ya da suç işleme niyeti veya potansiyeli olarak görülüyor.
Nitekim bugün de devlet organizması, serbest pazarların içkin mantığından doğan kırılganlık ve belirsizlik sorumluluğunu üzerinden atıyor. Toplumsal statünün zararlı narinliği, artık büsbütün özel bir mesele olarak yeniden tanımlanıyor; bireylerin kendi ellerinin altındaki kaynakları kullanarak yüzleşmeleri ve başa çıkmaları gereken bir mesele olarak kodlanıyor. Ulrich Beck'in de söylediği biçimiyle, artık bireylerin, sistemden kaynaklanan çelişkilere "biyografik" çözümler aramaları bekleniyor. (1)
Milenyarist kıyamet rivayetleriyle birlikte, 1990'lı yıllardan itibaren yiyecek, sağlık, çevre ve suç konularında panik yaşamak artık neredeyse rutin hâle geldi ve korku içindeki toplumsal yapı, riskin kendisini ortadan kaldıramasa bile, genellikle riskli sandığı her davranışı mahkûm etmeye koşullanmış oldu. Hele hele 2000 yılından bu yana yeryüzü sathında gündeme gelen salgınlardan, yani Zika, MERS, Ebola, Nipah [NiV], SARS veya H5N1-H1N1 ['kuş' ve 'domuz' gribi], kezâ aktüel etmen COVID-19 gibi patojenik yenilikler karşısında yükselen felâket tellallığı anlatıları, salgın hastalıklar için "ölümcüllük" tonunda çalınan abartılı ikaz boruları ve büsbütün karamsar öngörüler karşısında insanlar, bitimsiz bir kaçınganlığa mahkûm edilmiş oldu.
Risk kültüründe başvurulan dilin, sorunları ve olumsuz olayları bir ölüm-kalım meselesi hâline getirme eğilimini yansıtması ve "salgın", "veba" veya "sendrom" gibi kelimelerin, insanlığın bekâsının tehdit altında olduğunu (human extinction) vurgulamak için cömertçe ve hatta müsrifçe kullanılması da bu durumu perçinlemeye yaradı. (2)
Oysaki hata, mutasyon ve sapma, evrimsel biyolojinin ve giderek yaşamın kipliğinden başka bir şey değildi. Maskeler, alkol-bazlı dezenfektanlar, sabunlar, tuvalet kâğıtları, ekmekler, makarnalar ve de konservelerin gölgesinde mikroplar, "ortak-yaşam"ın ta kendisiydi. (3) Bu bakımdan "tek sağlık" yaklaşımı, insan ve insan-olmayan varlıkların kolektif ve barışçıl ittifakına gönderme yapar. (4)
Anımsatılırsa, Judith Butler da aktüel pandeminin, "küresel olarak birbirimize bağımlı oluşumuz ve birbirimize karşı yükümlülüklerimize dair düşüncelere etkileri"ni merak ediyordu. Müstakbel benzer salgınlara gebe, ekolojik krizle malûl, insan-olmayan yaşam formları da dâhil olmak üzere metaların hiper-mobilitesine ve tabii tek amacı virüs-vâri bir biçimde konak olarak kullandığında kendini çoğaltmak olan artı-değere dayalı mevcut üretim biçimiyle etkili bir biçimde mücadele edebilen alternatif bir "toplumsal üretim/yeniden-üretim" rejimine, kezâ hiçbir yaşamı "gözden çıkarılabilir" kılmayan temel sağlık/bakım hizmetleri sunumuna dönük yaşamsal ihtiyacımızdan söz ediyordu. (5)
Nitekim Donna Haraway'in siborg projesi, tam da bu noktaya müdâhil olan bir eylemsellik değil miydi? Haraway'in (ve başkaca isimlerin) bütün düşünsel kudretleriyle yapmaya çalıştığı, özgürleştirici bir politik ufuk adına yenilikçi bir epistemoloji uzamını arşınlamaktı. Biyolojik birlikten veya bir türsel ittihattan ziyade, "afinite" [yakınlık, benzeşme, çekim], ittifak yahut varlıkların kolektif bilincinin olanaklarını soruşturarak, bir "bilinç koalisyonu" için olanaklı uzamlar türetmeye çalışmaktı. Bu yönüyle de "[k]oalisyon kurarak, yani özdeşlik kurarak değil, yakınlık duyarak [...] doğal özdeşleşmeye göre davranma yeteneğini olumlamayan, sadece bilinçli bir koalisyonu, yakınlığı, siyasal akrabalığı temel alan" bir vizyon sunuyordu. (6)
Nitekim evrimsel biyolog Lynn Margulis [1938-2011] de artık aşinası olduğumuz bir farkındalığa işaret ederek şöyle yazıyordu:
"Mikroplar, özellikle de bakteriler düşman olarak tanıtılır ve hastalık tohumları olarak kötülenir. [...] Yalnızca hastalık nedeni olarak görülen bakterilere, günümüzde olduğu gibi o [keşfedildiği] tarihlerde de hemen her zaman 'düşman varlık' damgası vuruluyordu. Modern tıbbın 'silahları' ile 'alt edilmeyi' nasıl da beklediklerine dikkatinizi çekerim. Bakterilerin öncelikle askerî, düşmanca terimlerle tanımlanması kuşkusuz gülünçtür: Bakterilerin çoğu havadan daha zararlı değildir ve tıpkı hava gibi ne vücudumuzdan atılabilirler, ne de içinde bulunduğumuz ortamdan. Oysa birçok kişi hâlâ yanlış bir biçimde, mevcut olan her tür bakterinin kökünün kazınması gerektiğine inanır." (7)
Bununla birlikte, devamında, bir sıçrama daha yaparak, virüslerin de bakterilerden ya da insan hücrelerinden daha "mikrop", daha "düşman" olmadıklarını vurguluyordu. (8) Margulis, "değişik türlerden canlıların birbiriyle fiziksel temas hâlinde yaşaması" anlamına gelen ortak yaşamın (symbiosis), evrim sürecinde yeni türlerin ortaya çıkmasında çok büyük rol oynadığını gösteriyor ve tüm yeryüzü sakinlerinin birer ortakyaşar olduğunu söylüyordu. Ona göre, doğanın birbiriyle ilişkili ve ortak yaşama dayalı sistemli bir yapıya sahip olduğu açıktır.
Nitekim Slavoj Žižek, şimdilerde "üç katmanlı bir kriz"e kıskıvrak yakalandığımızı bildiriyordu: Medikal, ekonomik ve mental. Ona göre, aslî odağımız ise, "mevcut dünya düzeni koordinatları içerisinde imkânsız görüneni" kavrayabilmek olmalıdır. (9) O da şuraya denk düşer:
"Kabul etmemiz gereken, uzlaşmamız gereken şey şu: Hayatın bir alt tabakası var, bu zombi-vâri, budalaca kendini tekrar eden, cinsellik-öncesi, virüslere mahsus yaşamın katmanı bu. Hep vardı ve hep karanlık bir gölge olarak bizimle birlikte olacak, hayatımızı tehdit edecek ve en ummadığımız anda birden patlayıverecek. Daha genel bir düzeyde, viral salgınlar, bize hayatımızın nihaî olumsallığını ve anlamsızlığını hatırlatır." (10)
Benzer şekilde, canlı sistemlerin döngüsel organizasyonlarına odaklanan Maturana ile Varela da insan olmanın biyolojisinin ortak-yaşamda yattığını kavratmak istiyorlardı: "[T]oplumsal bağlılığın kudretli doğal güçleri ortak-yaşamda mevcuttur ve bu güçler, tam da bilincimizin kökenini oluşturan sürecin can alıcı bir parçasıdır." (11) Bu anlamda özgürlüğün (dilerseniz, özgürleşmenin) yolu ise "toplumsal varlığın içinde yatan, herhangi bir insanla dayanışma itkisini serbest bırakan koşulların yaratılması"ndan geçer. (12)
"Dünya, diğer insanlarla ortak-yaşam içerisinde oluşturduğumuz dünya, her zaman düzen ve değişkenliğin bir karışımını, kalıcılık ile hareketliliğin bir bi[r]leşimini içerir. [...] Sonuçları tarihe bağlı olan bir etkileşimler ağı içerisine gömülmüş durumdayız. Etkin hareket etkin harekete yol açar: Oluşumuz, özerk canlı sistemleri olma biçimlerimizin bir ifadesidir ve bunu belirleyen de bilişsel döngüdür. [...] Bu yüzden bildiğimize ilişkin bilgimiz vasıtasıyla [a]nlattığımız her şey kaçınamayacağımız bir etiği beraberinde getirir: İnsanların biyolojik ve toplumsal yapılarına ilişkin farkındalığı referans noktası olarak alan ve insan düşünümünü belirleyici bir toplumsal fenomen olarak merkeze koyan bir etiği. [D]ünyamızın diğer insanlarla birlikte oluşturduğumuz dünya olduğunu [bilmeliyiz]. Toplumsal olguların biyolojik temelidir bu: Sevgi yoksa, başka insanların yanımızda olmasını kabul etmiyorsak, toplumsal süreç de olmaz ve dolayısıyla insan olmak imkânsızdır. [T]oplumsal yaşamın temeli olarak sevgiyi ve sevginin beraberinde getirdiği etiği reddetmek, canlıların 3.5 milyar yıldan daha uzun tarihine sırt çevirmek olurdu. [...] Benzer biçimde, bilme ile eylemin özdeşliğini görmezden gelmek, bilmenin yapmak olduğunu anlamamak[tır]. Her alanda ne yaparsak yapalım, ister somut olsun ister soyut, bütün bedenimizle buna dâhil oluruz; çünkü söz konusu edim yapısal dinamiklerimizi ve yapısal etkileşimlerimiz aracılığıyla gerçekleşir. Yaptığımız her şey, birlikte yaşama koreografisi içinde yapısal bir danstır." (13)
Gerçekten de ödevimiz odur: Nükleer reaktör kazaları ve nükleer santrallerdeki atıklardan sızan radyasyon, atmosferik oksijeni regüle eden fitoplanktonlara ve bilumum saprofit flora ve faunaya zarar veren kimyevî-ekolojik kirlilik, fosil yakıtları, gene ozon tabakasına zarar veren atmosferik kirleticilerden kaynaklı buzulların erimesi ve okyanus seviyelerinin yükselmesiyle baş gösteren sera etkisi, bunun yağmur ormanlarına ve yeraltı sularına doğrudan etkileri, engin tarım arazilerinin yapay gübreler ve pestisitlerle verimsizleşerek biyobirikimle canlıların genotipine attığı çentik, yok olan türler, israf, "lanetli pay" ve tabii küresel gıda krizi... Francis Bacon'ın ve modern aklın âhir zamandaki suretlerinden, neo-Malthusçu yaklaşımlardan, filantropik finansal söylemlerden, reformist makyajlardan, bilim-dışı şarlatanlıklardan, ekoloji düşüncesine paradoksal biçimde sinmiş insan-merkezci katastrofik anlatılardan mümkün mertebe uzakta değerlendirilmesi gereken ve belki de bir olumlayıcı biyopolitik analize ihtiyaç duyan bir "müştereklerin trajedisi", bir "juggernaut" [A. Giddens] meselesidir bu. Değil mi ki bu kolektif trajedi, şu yeni toplumsallığa doğru uzanıyorken:
Nükleer savaş tehdidi, AIDS ve diğer ölümcül virüslerin yaydığı felâketler, kronikleşen hastalık tabloları, "neo-emperyalist bağnazlık" [T. Eagleton], savaşlar ve yoksulluğun yol açtığı kitlesel göçler, siyasî fanatizm ve şoven radikalizm, 19. yüzyılın ekonomik adaletsizliğine geri dönüş ve ufukta potansiyel olarak kendini belli eden pek çok müstakbel teknobilimsel musibet, gıda krizi, yok olan türler, ekolojik yıkım gibi bir dizi olumsuzluk, derinleşen umutsuzluk, "kış yılları" [F. Guattari], her türlü neşeli fikrin veya arzunun köktencilik sayıldığı konformist ahlâkî düzen, liberal kapitalizm dışında her yolun çökmeye mahkûm görüldüğü bir egemen ideoloji, parlak ışıkların ve yaldızlı markaların maskelediği kültürel çoraklık, borsanın bir şubesi olarak kültür-sanat endüstrisi, eklektik pastişler, imajlar ve imitasyonlar [F. Jameson], uluslararası finans-kapital ile küresel ticaretin gündelik yaşama sirayeti olarak belirsizlik ve güvensizlik, nihayet onunla özdeşleşen "zaman-mekân sıkışması" fenomeni [D. Harvey] ve bu sıkışmaya duyulan tepkiyle ortaya çıkan kimlik arayışları... (14)
Sözü edilen "kolektif trajedi", bir tür fasit daire hâlinde, bizatihi salgınla mücadelede örgütlenen kamusal seferberliğin de hedefine ulaşmasını güçleştirecek bir faktördür. Örnekse, biliyoruz ki Güney Afrika'daki yoksulluk nedeniyle, HIV enfeksiyonu için öngörülen önleme/tedavi protokolleri genellikle yetersiz beslenme (malnütrisyon), tüberküloz, sıtma veya parazitler gibi komorbid (eşlik eden, yandaş) sağlık problemleri ile karmaşıklaşmaktaydı.
Benzer şekilde, COVID-19 ile mücadele edilirken de başkaca carî toplumsal-sınıfsal örüntüler kendilerini açığa vurmaktadır. Bu anlamda hemen her salgının, makro-yapısal, mezzo-kurumsal ve mikro-kişiler-arası seviyelerde ırksal, cinsî, cinsel ve sınıfsal eşitsizliklerle beslenen (ve tüm bunları geri-besleyen) kesişimsel bir "eşitsizlik salgını" olduğu söylenebilir. Öyle ki bu eşitsizlikler, virüse maruz kalma ihtimalini anlamlı ölçüde şekillendirmektedir; kezâ beraberinde, hasta olmanın yahut enfeksiyonla yaşamanın (taşıyıcılığın) gerçeklerini ve nihayet tıbbî, programatik, politik ve sosyal-bilimsel yanıtları da.
O hâlde, toplumsal ekoloji verimlerini de bünyesine katacak bir epidemiyoloji disiplini adına, "kesişimsel" ufukların "sindemik" [Merill Singer ] (15) parametrelerle ilişkisine dair bir kavramsal çerçeveye ihtiyacımız vardır. Nitekim COVID-19'un bağlamı, toplumsal ekolojiyi haritalandırmaya yaradığı ölçüde, bir "sindemi"yi (yani, sinerjistik olarak etkileşen epidemileri) üretir ve pekiştirir. Kesişimsellik, imtiyazlı veya madun olmayı demografik ve davranışsal karakteristiklere bağlayan bir kavrayış ufku sunarken, sindemiyi şekillendiren toplumsal arkaplanı imâ eder. Nihayet bu kavrayış, Çin'de kullanılan resim yazısında (ideogram) "kriz" kelimesinin aynı anda hem tehlike, hem de fırsat anlamına geldiği şeklindeki galât-ı meşhurdaki olanaklılığı ekonomik değil, bu kez aşağıdan ve kolektif saiklerle (16) kabul ederek selâmlar. (ÖBD/AÖ)
Kaynaklar:
1 Z. Bauman, Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm: Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik, çev. F. D. Ergun, İstanbul: Say, 2013, s. 70-72.
2 Ö. B. Demir, 'Salgının Kroniği, Kroniğin Salgını: Toplumsallığın Koronerinde Bir Corona – I', Birikim-Güncel, 16.03.2020.
3 Rahmi Öğdül de, bir simbiyotik kavrayış lehine, şunu yazmıştı: "Korona imgelerinin gösterdiği dünya, kirli, hastalıklı bir dünyadır. İmgeler, bizden yeryüzünü saklıyor. Ve giderek en yerel olana, bedenlerimize kapanıyoruz. [...] Korona imgeleri, bedeni terk ettiğimiz, ama yaşamlarımızı medya mağarasında sürdürdüğümüz bir dünyanın ön gösterimidir. [...] Hakikati görebilenler, beden denilen mağaradan çıkmayı başaranlardır. [Y]eryüzünde yaşamak, mikroplarla temas etmek ve hastalanmaktır" [BirGün, 20.03.2020].
4 Yeni salgın özelinde, bkz. A. Trilla, 'One World, One Health: The Novel Coronavirus COVID-19 Epidemic', Med. Clin. (Barc), 154/5, 2020, s. 175-177. Amerikan Tropikal Tıp Derneği başkanı da olan, Stanford Üniversitesi'nden Dr. Michele Barry de, insanî ve gezegensel sağlık üstünden, "tek sağlık"ın kesişimsel ufkuna değiniyordu: 'COVID-19 un Şeceresi ve Gezegensel Sağlık', 1+1 Forum (birartibir.org), 26.03.2020. Bu itibarla, yirmiden fazla çevre örgütünün imzasıyla yayınlanan "Kimyasala Değil, Doğana, Bakterine Sahip Çık!" başlıklı metinde kimyasal kirlilik, dezenfeksiyon işlemlerinin abartılması, aşırı hijyenist takıntı, ve bunların getireceği "ekolojik yıkım" tehlikesinden dem vuruluyor, ekofaşizm değil "politika" çağrısında bulunuluyordu: "ABD'de Çinlileri 'koronavirüs kaynağı' olarak görüp saldıranlar ne ise, burada da hayatın bir parçası olan bütün mikroorganizmaları birer koronavirüs olarak görmek arasında fazla bir fark göremiyoruz. Bizler temel hijyen konusunu maskeleyen, takıntıyı öne çıkartan, topluma kafa karıştırıcı mesajlar veren bu şovlara karşıyız. Onun yerine yoksulların ve yaşlıların gıda sorunu çözülmesini, kentlerde 'mikrop yuvası' olan atıkların azaltılmasını, temiz ve içilebilir içme suyu verilmesini daha önemli görüyoruz. O yüzden bakterilere, kentin ağaçlarına, hayvanlarına sahip çıkıyoruz. Herkesi koronavirüse karşı doğayı ve toplumu savunmaya çağırıyor, bu kimyasal kirliliğin yol açacağı ekolojik yıkıma karşı çıkmaya davet ediyoruz" [350ankara.org, 21.03.2020].
5 'Kapitalizmin Sınırları Var', çev. Ö. Karakaş, terrabayt.com, 20.03.2020.
6 Siborg Manifestosu, çev. O. Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2016, s. 73-74.
7 Ortakyaşam Gezegeni: Evrime Yeni Bir Bakış, çev. E. Uluhan, İstanbul: Varlık, 2001, s. 66, 75, vd.
8 Bu bakımdan virüs, Judith Butler'ın değindiği üzere, verili dolayımlar üzerinden inşa edilen (ve saptırılan) nötral bir obje gibidir: "Toplumsal ve ekonomik eşitsizlik yüzünden virüs illâ ayrımcılık yapacak; [ayrımcılığı] yapan virüsün kendisi değil ama ulusalcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve kapitalizmin birbiriyle örtüşen güçlerinin şekillendirdiği ve canlandırdığı biz insanlar bunu kesinkes yapacağız." – Aynı yer, 20.03.2020.
9 'Zenginler için Sosyalizm mi, Felâket Kapitalizmi mi, yoksa Tamamen Yeni Bir Şey mi?', sendika.org, çev. S. Çenkoğlu, 25.03.2020.
10 'Gözetlemek ve Cezalandırmak mı: Evet, Lütfen!', çev. M. S. Öztekin ve diğ., terrabayt.com, 18.03.2020.
11 H. R. Maturana ve F. G. Varela, Bilgi Ağacı: İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri, çev. M. Ü. Eriş, İstanbul: Metis, 2010, s. 24.
12 Aynı eser, 2010, s. 26.
13 Aynı eser, s. 238-244.
14 Bkz. Ö. B. Demir, Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi, İstanbul: Nika, 2019, s. 673-674.
15 Medical Anthropology: Cross-Cultural Studies in Health and Illness, 14/1, 1992, s. 1-8.
16 Kolektif karar alma süreçleri, bilginin demokratikleştirilmesi, kamusal sağlık hizmetlerine erişim gibi dolayımlarla, 1980'lerin sonundaki ACT UP momentini de hatırlatarak "aşağıdan biyopolitika" filizlenme olanağını sorgulayan bir metin için bkz. Panagiotis Sotiris, 'Is a Democratic Biopolitics Possible?', socialistproject.ca, 14.03.2020. Türkçesi şurada: 'Agamben'e Karşı: Demokratik Bir Biyopolitika', gercegingunlugu.blogspot.com, 15.03.2020 [Ayrıca: Gazete Duvar, 16.03.2020]. Soğuk Yakınlıklar'ın (İletişim, 2011) yazarı Eva Illouz da, 23 Mart'ta