İnsan özgürlüğünü olanaklı hale getirme çabası, daima birbirini kuran dualist bir yapıya tosluyor. Çünkü kimi rahatsız edici unsurlar (örneğin; denetimsiz anal seksin, bütün felaketlerin nedeni olduğu konusunda görüş birliği yapanlar) günümüz özgürlük anlayışının ihtiyaç duyduğu alanı ona tesis edebiliyor. Nedense uygarlığın yol planı bizi devamlı bu ikilemle yüzleşmeye zorluyor. Sorunların asıl sebeplerini yok etmeye yönelik hiçbir çaba sergilemeyen bu tiyatroya tanıklık etmek, bize kendimizi daha da çaresiz hissettiriyor ve içerisinde bulunduğumuz koşullar bize hiçbir seçim bırakmayacak şekilde “özgür” seçimler dayatıyor. Böylece “Özgürlük” denen şeyi, dayatılan ahlakın zincirlerini topyekûn kırmak ya da geçmişin karanlık şartlarına saplantılı şekilde gömülmek arasında, anlamsız bir yarık olarak deneyimlemeye başlıyoruz.
Temel formül şöyledir: (diyelim ki muhafazakâr) bir seçime sürüklenmeden önce, onu dışarıdan, “liberal değerler”le tecrübe ettiğimiz taktirde özgür bir seçim yapmamız olanaklı hale gelir ve bu tecrübe, seçimin biçimi bakımından seçilen (dini) unsurun içinin tamamen boşalmasına, hatta anlamının değişmesine sebep olur. Bir dinin mensubu olmak için belli bir yaşa kadar beklediğimde, muhtemelen herhangi bir dini inanç sisteminin parçası olmam zorlaşır vs. Özetle, ancak herhangi bir din seçmediğim taktirde özgür bir seçim yapacağım düşüncesi bana özgür bir seçim olarak dayatılır (ya da tam tersi).
Her iki durumda da asla sahip olmadığımız bir şeyi kaybederiz ve bu kaybı destekleyen unsur kurucu olma görevini üstlenir. Ahlakın zincirlerini kırmak ve muhafazakarlık arasındaki farkı özgürlük, şehirdeki yabancılaşma ve onun üretimi uydurma doğallık kavramını ise doğallık (yanılsaması) olarak kavrarız (ve bu kavramlar genelde başkalarına tepeden bakmaya yarayacak birer araca dönüşerek kendi kendilerini sabote ederler).
Sonuçta birileri çıkıp, her şeyin bilinçsiz anal seks yüzünden başımıza geldiği konusunda bizi uyarmaya meyledebilir. Birinin lafı sürekli rektuma getirmesi, rektumu tek bir faaliyet için kullanmakla sık sık övünmesi, bunun kaçınılmaz olarak yüksek özgüven, gurur, motivasyon vb sonuçlar doğurması ve her felaketin bir şekilde rektumla ilişkilendirilmesi, gerçekten çok dar bir seksüel vizyonun ürünüdür. Burada bir takım örtük eşcinsel pratiklerin ayyuka çıktığını söylemek de bizi aynı dar vizyona hapsedebilir. Taraftarlarının yaptığı uçuk kaçık şeyler sayesinde, bazı yozluklarla dalga geçebilmeyi sağlayan şeylerin içi bu yüzden boşalıyor, çünkü hiç kimse mevcut hareketin müritlerinden daha sivri ve kendini sabote etmeye meyilli bir mizah üretemiyor.
Çağımızın hoşgörü anlayışının beslediği yıkımı tespit etmek bu yüzden zor değil. Yine de insanlar onun problemli yanını sorunsallaştırırken, madalyonun bir yüzüyle (önceden beri ortada gezen yapının, “özgürleşmeci değerler” sayesinde nasıl daha dayanıklı hale geldiği ile) meşgul oluyorlar. Bu durum karşısında hayrete düşmek makul bir davranış değil ve özgürlük alanının ne ölçüde ciddiye alındığı ve ne ölçüde cüretkâr olduğu tartışmaya açık; yani, çözülmemiş hesapların yeniden patlamasını engelleyen, verimsiz duyarlıklar sayesinde kendi yazgımızı belirlediğimiz fikri, bize garip bir özgürlük tanımı da veriyor.
Daima tahakküm ve refah arasında bir ikilem söz konusu; mülkiyet hakkımızın (başkası tarafından) korunması, ama kimsenin kişisel alanımıza müdahale etmemesi; bedava sağlık, ama düşük vergiler; ucuz enerjinin aynı zamanda temiz olması (ve benzeri) arasında bir seçim minimal olarak dayatılmış durumda. Bu iki kutup arasında gidip gelen ve sistemi histerikçe sınayan duyarlılıklar, ekolojik katliam ya da bir nükleer felaketle kıyaslandığında gülünç bir etkiye sahipler. Felaketlerin öylesine meydana geldiğini düşünmek doğanın insan karşısındaki üstünlüğünü gülünç kılmıyor mu?
Felaketi çoğu zaman “insanlığın selameti” vasıtasıyla çağırıyor olsak bile, çıkarlar bir şekilde devrede kalmaya devam eder. İnsanın şeylerle ilişkisi, yani uyuşuk anlam evreni ortadan kalktığında, doğanın insan karşısındaki üstünlüğünün de anlamı kaybolur. Teknolojinin yıkıcı kısmıyla ne yaptığımız insana ait bir sorundur. Bu saçma “doğal” süreçler ve insanın çoğunlukla amacıyla örtüşmeyen sonuçlar elde etmesi, nükleer enerjinin varlığını sorunlu hale getirir, fakat sistem öylesine mükemmel olmalıdır ki, bize sunduğu refah ucuz, hatta bedava olmalıdır; yani elimizde başı sonu belirsiz bir liste var.
İşte burada etik bir yanılsama ortaya çıkar: Geç kapitalizmin renkli yansımalarından ibaret bu pratikler, yalnızca sahte değişimler ve yenilikler vadeder. Kaldı ki bize ekolojik ya da cinsiyet sorunlarını sezdirmeye çalışan söylemler çoğunlukla yine bizim can sıkıntımızdan ya da her şeyi en iyi bizim bildiğimiz bir ego tiyatrosundan ibarettir (geç kapitalizmin sahte ikili mantığı böyle işler). Oysa, duyarlılık sayesinde elde etmeye çalıştığımız asalet, en başından beri avucumuzun içindedir: İnsanın en asil hali, kirli işlerini başkalarına yaptırabildiği hali değil midir? Bu da bizi günümüz özgürlük anlayışının kaynağına, yani; “köktencilerin ya da komünistlerin aksine, iktidarın getirisi kirli işleri başkalarına yaptırabilmekten kaynaklanan” (Žižek, liberal iktidar ilişkilerini böyle tanımlar) bu asalete getiriyor:
Basit genel geçer “özgür” insanı ele alalım. Onun en temel insani hakkı ötekiliğidir, yani rahatsız edilmeme hakkıdır. Fakat bunun haricinde sisteme sürekli ufak duyarlıklarla müdahale eder. İşte bu sisteme içsel şiddetin varlığını asla tehdit etmeyen duruş, şiddetin çözülmesini de sağlar. Bu ikisi arasındaki ortak paydayı görmek zor değildir, her ikisi de basit, insani duygudaşlığa yüz çevirmiştir. Yaşadıkları dünyalarını meydana getiren acılarla, basit bir yanılsama sayesinde mücadele ederler. Yani refahlarından feragat etme cesaretini göstermek şöyle dursun, o refah alanını en temel insani hak olarak ele alırlar.
Daha başka şekilde söylersek; bütün kirli işlerini başkalarına yaptırırlar ve sabahtan akşama kadar dünyanın ne kadar korkunç bir yer haline geldiğinden, azınlık tehditlerinden, savaşlardan ekolojik soykırımdan şikâyet ederler. Bu asaletin soylu bir incelikle görmemekte ısrar ettiği şey, hali hazırda aynı unsurların onların refahını nasıl desteklediğidir. Bir anlamda, durumdan habersiz birileri kendilerini feda etmiştir (ve bir artıyla; sözü edilen alan için tehdit haline gelen unsur da onlardır). Biçimi nasıl olursa olsun, dışarıda tutulmaya çalışılan grubun bu “ötekilik oyunundan” zaten haberi yoktur, aynı sebeple sorgusuzca insanların “kişisel alanlarına” dalma hakları vardır ve böylece bu oyun, sadece “normal” insanların arasına bir duvar örer.
Günümüz köktendincilerindeki sorun tam olarak budur. Žižek’in bahsettiği; “aşırı sağcıların ya da ataerkilin kendi inancına duyduğu o saf güven ve narsist sadakat”ten yoksundurlar; “Öyle kırılgan bir inanç düşünün ki, her şey tarafından tehdit edildiğini hissediyor ve asla kendisine duyduğu tam bir “üstünlük” inancıyla kabuğuna çekilemiyor. Farkında olmadan, çoktan onu “tehdit eden” batılı unsurları kendisi için bir standart haline getirmiş ve bu aşağılık kompleksi sayesinde önüne gelene karışma hakkının olduğu bir mağduriyet alanı ortaya çıkmıştır.” Yani onlar, karşı tarafa duyduğumuz ön yargılar gerçekle birebir örtüştüğünde bile, kafamızdaki düşüncelerin patolojik olduğunu göremeyecek kadar paranoyaklardır. Elbette bu resmin bir de diğer yüzü var; kaymak tabakanın yalnızca refah içinde yaşaması onlar için yeterli değildir; hem refah içinde, hem de toplumun en ufak varoşluğuna ve “köktenciliğin ufak şımarıklıkları”na tanık olmadan, yani kısacası, bir kompleks haline getirip içselleştirdikleri batılı değerlere rezil olmadan yaşamalılardır. Bu batının bizi kıskandığı klişenin ters yüz edilmiş halidir. “Bize” karşı “onlar” mantığının tıkandığı yer de burasıdır; birbirinin şeytani ikizi gibi duran bu ikilikle ortaya çıkan paradoksal birlik kaybolup gider. (SY/AS)