*Fotoğraf: Evrim Kepenek/bianet
İstanbul Sözleşmesi'nin feshinin ilanı, devletin tanıma ve tanımlama lüksünün nasıl bir demokrasi yanılgısına neden olabildiğine en son örneklerden biri oldu. Tarafı olunan uluslararası bir sözleşmenin ilk imzalayan devlet olarak ve aynı devletin yasama organı tarafından kabul edilen bu sözleşmenin Cumhurbaşkanı kararıyla iptalini, demokrasi veya hukuk çerçevesinde tartışmak büyük bir yanılgı olur. Bu kararla kadının, evliliğin, kadının ailedeki rolünün, cinsel ve sosyal hayatın tanımını devletin yürütme organın yetkilerine sahip kişi veya kişilerin insiyatifine bırakıldığı görüldü. Giderek sonuçları daha vahim bir hal almaya başlayan ve miras muamelesi yapılan bu yetkiler, devletin kuruluş aşamasına kadar dayanıyor.
Millileştirme
Devletin tanıma ve tanımlama yetkisi, tarihsel gerçeklerin inkarı ve bunun millileştirilmesiyle başladı. Çünkü devlet kendini tek devlet, tek millet, tek dil ve tek din ilkeleri üzerine kurduğunda, bu tanımla milli değerler adı altında kutsallaştırıldı. Devletin bütünlüğüyle özdeşleştirilen bu ilkeler ne tarih, ne yerli hukuk ne de uluslararası hukuk çerçevesinde tartışılamaz pozisyona konuldu. Yüzleşilemeyen tarih, milli politikanin mihenk taşını oluşturduğunda, bugün bizzat şahit olduğumuz etnik, inanç, cinsiyet ve kültürel kimlik haklarını savunan kişi ve kurumların susturulması haklılaştırılmaya çalışılır. Ya da demokrasinin en temel unsurlarından biri olan temsiliyet hakkı engellenmeye ve HDP’nin kapatılma davasıyla milli davaya dönüştürülür.
Tek kimlik
Egemen siyaset tanımın dışına çıkan HDP’nin bu denli hedef haline gelmesinin nedeni ‘Kürt sorunu’ndaki rolü müdür?
Öncelikle meseleyi ‘Kürt meselesi’ değil de asıl meselenin devletin teklileştirme dayatması olarak görmenin, konuya alternatif bir perspektif sağlayacağı kaanatindeyim. Kendi tanıdığı etnik kimliğin dışında hiçbir etnik kimliği tanımayan sistem sadece Kürtleri değil, bu topraklarda binlerce yıl yaşamış ve anavatan olarak tabir ettikleri topraklarda kendi kimlikleriyle yasal olarak tanınmayan Ermeni, Süryani, Arap, Mıhallemi, Rum, Çerkez, Laz ya da inanç mı, kültür mü ve din mi tartışmasına girmeden Aleviler, Yezidileri de tanımıyor.
Devletin tanıma sorumluluğu
2018’de görüşme yaptığım HDP’li vekillerden biri "Devletin tanımlama değil, tanıma sorumluluğu olmalıdır" demişti. Burada benim de doktora tezimin ana temalarından biri olan "öz-tanımlama"ya dikkat çekip, tanımlamanın dini, kültürel ya da etnik kimliğe sahip olan kişiler ya da bu toplulukların kendi kurumları tarafından yapılabileceğini, akademik çalışmaların ise bilimsel tartışma platformu olarak bu anlamda yerinin olduğunu dile getirmişti. Aslında bu uluslararası hukukun etnik kimlik tanımlamasında en temel koşullarından biri olarak önemli hukuki noktadır da.
Pratikte uygulama
Algıda seçicilik olsa gerek, bir hukukçu olarak Selahattin Demirtaş da bir konuşmasında bu noktaya işaret etmişti. Kendisini de Kürt olarak tanımlamış ve Kürt siyasetini en temel politikalarından biri yapmış bir partinin eş-genel başkanı olarak, "Bu topraklarda kendini Kürt olarak tanımlayan milyonlarca insan var" şeklinde bir ifade kullanmıştı. Kürt siyasi hareketini özellikle de HDP’nin parti politikasını öncesinde incelemiş biri olarak HDP’de siyaset yapan kişilerin bu anlayışı beni şaşırtmadı elbette. HDP’nin yaptığı siyasetin öz-temsiliyet prensibinin sadece parti programı ve tüzüğüyle kısıtlı kalmadığı, etkin bir şekilde pratikte de uygulandığı, üç dönemdir genel seçimlerde meclise giren vekillerden net bir şekilde görülebilir.
"Bize kadar demokrasi"
Öz-tanımlama ya da kendi kendini tanımlama, Türk ve Sünni Müslüman kimlikleri dışında elbette, devletin bütünlüğüne karşı tehdit unsuru olarak değerlendirildiğinde, egemen siyasetin tanımının dışında kalan bütün kimlikler (ki bunlar etnik, cinsiyet, inanç, kültürel vs.) kriminalize ediliyor. Bu noktada HDP’nin savunduğu ilkeler ve Türkiye siyasetine katkısı, demokrasi değil hatta ileri demokrasi düzeyindedir. Ama bunu Kürt sorunu ya da meselesi düzeyine çektiğinizde, Türkiye’deki demokrasinin sorunlarını görmezden gelirsiniz. Bugün sanatçısından, kendini entelektüel olarak tanımlayan bireylerinden tutun da toplumun geneline kadar "40 yıllık Kürt meselesi" yorumunu yapan herkes, neredeyse kendini kahraman aydın ilan ediyor. Ama meselenin 40 yıllık değil de devletin kuruluşuna kadar dayanan "devlet meselesi" olduğunu ve bunun egemen siyasetin "bize kadar demokrasi" dayatmasından farklı bir mantık olmadığını kabul etmeyenler, kanaatimce demokrasi ve aydın olma yanılgısı içinde.
Kemalizm ve demokrasi
Bu sorgulamaktan bile kaçındığımız Kemalist ideolojinin milliyetçi sınırları içine hapsettiğimiz demokrasiyle HDP’nin yürüttüğü siyaseti anlamak pek olası değil. Kürtlerin binlerce yıllık Mezopotamya tarihiyle özdeşleşen varlıklarından dolayı, kendilerini Mezopotamya’nın, ‘kadim halklarından’ biri olarak tanımlamaları sadece öz-tanımlama değil aynı zamanda tarihsel gerçekliğin beyanıdır. Eğer Türk ve Kürt temsilciler arasında 1919’da imzalanan Amasya Antlaşması örgün eğitim sistemine dahil edilmiş olsaydı, kendilerini neden etnik azınlık değil de ‘asli unsur’ olarak tanımladıklarını, ki Anayasada etnik azınlık tanımı dahi olmamasına rağmen, sanırım kendini aydın ilan etmeden orta öğretimden geçen her birimiz biliyor olurduk. Dolayısıyla da Kürt siyasi hareketinin ve HDP’nin mücadelesini anlamış olurduk.
Demokrasi yanılgısına karşı mücadele
Bugün dünyada Birleşmiş Milletler tarafından tanınan nüfusu 2 milyonun altında 48 devlet var. Ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanında milyonlarca yerli halk mensubu kuruluşları kendilerinin inkarına dayanan ulus devletlerle öz-yönetim mücadelesi veriyor. Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim halkları Ortadoğu olarak şekillendirilen coğrafyada benzer deneyimleri yaşarken, Kürt siyasi hareketi Halkların Demokratik Partisi olarak bu anlamda sadece Türkiye’de değil, dünyada demokrasi yanılgısına karşı en donanımlı mücadelelerden birini yürütüyor.
(AÜ/NÖ)