* İstiklal Caddesi'ndeki bir minareden Taksim Meydanı, İstanbul. Cengiz Kahraman Fotoğraf Koleksiyonu
Uzun bir zaman boyunca tarihçiler, modern Türkiye Devletinin tarihinin başlangıç noktasını Cumhuriyet’in kuruluşu olan 1923 yılı olarak saydılar. Osmanlı’ya da yanlışlarından ders alınacak, neyse ki yanlışlarını miras almadığımız yakın bir akraba olarak baktılar. Zira bu bakış, tarihçilerin bilgisizliğinden veya yetersizliğinden değil, Osmanlı’yla bağlarını tamamıyla koparmış bir ulus devlet inşa etmek için baskın ideolojinin geliştirdiği tarih tezlerinden ve yaptığı propagandalardan kaynaklanıyordu.
Bu anlayış, 20. yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Yeni nesil tarihçiler, Türkiye Cumhuriyetin nüfus kağıdının aslında 19. yüzyıl itibariyle hazırlanmaya başladığını, modern Türkiye tarihinin bir devrimin, bir yıkılışın değil, uzun zamana yayılan bir düşünce mirasının ürünü olduğunu iddia etmeye başladılar. Bunda gerçekten de mesleğinin hakkını veren tarihçilerin eleştirel, titiz çalışmaları kadar, uzun bir zamandır ülkeye hakim olan iktidarın Osmanlı’nın mirasını sırtlamaya çalışmasının, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarına hoşnutsuzlukla bakmasının da etkisi var.
Nitekim bizler biliyoruz ki, bilhassa Türkiye’de tarih bir türlü nesnel bir bilim dalı olarak ele alınmıyor, Osmanlı tarihine dair yapılan araştırmalar da siyasi koşullardan bağımsız sürdürülmüyor.
Dün Osmanlı’yı inkar etmeye meyyal bir nesil yetiştirilmeye çalışıldığı gibi, bugün daha da büyük bir gayretle Osmanlı’nın torunu olduğunu gururla söyleyen bir nesil yaratılmaya çalışılıyor.
Her ne kadar resmi tarih artık Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte, bu “süreklilik” tezine daha çok rağbet ediyor, akademik makaleler bu minvalde kaleme alınıyorsa da, başta devletin yönetim şekli olmak üzere, hukuk ve eğitim alanında, halkın yaşamında, kamusal alanda pek çok devrimin yapıldığı da yadsınamaz bir gerçektir.
Öyle ki, kimi zaman Osmanlı’dan bu kopuşlar o kadar keskin, o kadar hızlı gerçekleşir ki, yılların alışkanlıklarını bir gecede değiştirmek zorunda kalmak birçok kesimde travmalara sebep olur. Bu kopuşlar içinde en radikal olanı kimine göre kılık ve kıyafet kanunu (ki toplumun Batılılaşma hevesi içindeki kesimleri ve gayrimüslim tebaa için bu düzenlemeler yeni değildir), kimine göre ise Latin harflerine geçişse de (ki, 19. yüzyıl itibariyle Latin alfabesine Osmanlı aydınları vakıftır), bence en radikali başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasıdır.
* Etnografya Müzesi önündeki Atatürk Anıtı, Ankara, 1927 civarı. Cengiz Kahraman Fotoğraf Koleksiyonu
Malum Bizans’ın pek çok geleneğini kuruluşundan itibaren miras alan Osmanlı, onu fethedince de Roma’dan gelen asırlardır devam eden geleneği bozmaz, payitahtı Edirne’den İstanbul’a taşır ve İstanbul neredeyse beş yüz yıl imparatorluğun payitahtı olur. Ta ki İstanbul’un işgaline kadar… İstanbul’un Lozan Barış Antlaşmasına kadar işgal altında olması, saltanat makamının ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nin İstanbul’da bulunması, Mustafa Kemal önderliğindeki kurtuluş hareketinin İstanbul’dan istediği desteği sağlayamaması sonucunda yeni millet meclisine ev sahipliği yapan Ankara, haliyle Cumhuriyet’in başkenti olur.
Ancak yine de, İstanbul gibi bütün devlet binalarının, dairelerinin, sarayların, konsoloslukların bulunduğu dünya başkenti bir şehir varken, Ankara’nın başkent olması bir mecburiyet değil, kasıtlı bir seçimdir. Zira yeni rejimin, Anadolu’nun ortasında yer alan, bu kendi halinde, iddiasız şehre, eskinin bütün hatıralarını belleğinden silmek, tarihe temiz bir sayfa çekmek için ihtiyacı vardır. Nitekim Ankara, tez vakitte hızla yapılaşarak, şehirleşerek, elçiliklerin taşınmasıyla, devlet mekanizmasının kurulmasıyla yeni bir başkente dönüşür.
Ankara ne kadar yeni rejim için bozkırda yeşeren yeni bir şehir, yeni bir hayal, yeni bir başlangıçsa, İstanbul da tam bir hayal kırıklığı, kötü bir geçmişin, kaçmaya çalışılan bir medeniyetin her yönüyle tezahür ettiği yerdir. Hem modern olmak isteyenlerin, hem de eskiyi arayanların, hem işgale destek verenlerin, hem işgale Sultanahmet’te direniş gösterenlerin, hem minarelerin, hem kiliselerin, hem havraların, hem Barok özentisiyle yapılan şaşaalı eserlerin, hem de boyası dökülmüş viranelerin şehri, yıkılan bir imparatorluğun timsalidir İstanbul.
Gene de tek dil ve millet idealindeki rejim, çok dilli, çok renkli İstanbul’u önceleri değiştirmeye çalışmaz, onunla hesaplaşmaya girişmez. Onu daha ziyade kendi haline, kendi kaderine bırakır. Ta ki 1940lı yıllara kadar…
Ankara hızla şehirleşirken ve zenginleşirken, İstanbul eski imparatorluğun enkazı arasında, bütün bir kültürü yok eden yangınlarla, yıkımlarla, iki savaş arası ekonomik buhranlarla, yoksul göçmenleriyle gitgide fakirleşir. İstanbul’un mütevazi mahallelerinin değişmesi, dar gelirli ailelerin yaşadığı ahşap evlerin yıkılıp yerlerine apartman yapılması, çok daha sonra, Anadolu’dan İstanbul’a gelen göç dalgasıyla gerçekleşirken, Osmanlı’nın yıkımını en yakından Nişantaşı, Teşvikiye, Ayazpaşa, Cihangir, Boğaz köyleri gibi bir zamanlar şehrin en debdebeli günlerini görmüş muhitleri hisseder. Burada Paşalarının, sultanların, şehzadelerin yaşadığı müreffeh ahşap konaklar, saraylar ve yalılar Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra, paşaların veya saray efradının sürgüne gitmesinden veya fakir düşmesinden ötürü metruk hale gelir.
Bu yapılar zamanla ya bakımsızlıktan yıkılır, ya miras kavgalarının kurbanı olur, ya da bir bir çıkan yangınlarla kül olur. Bilhassa geniş ailelerin aynı çatı altında yaşadığı bu konakların yok olmasından sonra yerlerine Cumhuriyet’in ideallerini yansıtan her katında başka bir çekirdek ailenin yaşadığı, şık, Avrupai apartmanlar yapılır. Öyle ki, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçerken medeniyetteki kopuşlar üzerine bir hayli kalem oynatan Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul’u da uzun uzadıya anlattığı Beş Şehir adlı eserinde, Osmanlı’dan arda kalan konakların yok olması karşısında duyduğu elemi satırlarına taşır.
Beyoğlu ise başka bir hengame içindedir o sıralarda. Şehrin diğer muhitlerinde yıkım, fukaralık ve terk edilmişlik Beyoğlu, daha doğrusu Pera taraflarında hissedilmez. Yabancı konsolosluklara ve şehrin ekonomisini elinde tutan gözde ticarethanelere ev sahipliği yapan, çoğunlukla gayrimüslümlerin yaşadığı, Rus mültecilerin de eklenmesiyle adeta postmodern bir Babil Kulesine dönüşen, her gün yeni bir kulübün veya barın açıldığı, sokaklarında müzik seslerinin yankılandığı muhit, şehri saran keder duygusuna uzun bir zaman kayıtsız kalır. Bu kayıtsızlığı, işgale taraf olan gayrimüslimlerin pek çoğunun yeni rejimin kendileriyle hesaplaşmasından korkup yurtdışına kaçması dahi örselemez.
Yapı Kredi Kültür Sanat Merkezinde bir süredir, Osmanlı Sonrasında Devinen Şehirler – Basın Fotoğrafçılarının Gözünden Ankara, Belgrad, İstanbul, Saraybosna isimli fotoğraf sergisi meraklılarını ağırlıyor. Sergide Osmanlı’nın yıkılış sürecine şahitlik eden ve bu yıkımı birebir hisseden başta İstanbul olmak üzere Ankara, Belgrad ve Saraybosna’ya dair çeşitli fotoğrafçıların Cumhuriyet, Akşam, Politika ve Vreme gibi gazeteler için çektikleri basın fotoğrafları yer alıyor.
Sergi, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki dönemi de kapsamına alıyorsa da, 1920’li ve 1930’lu yıllara dair fotoğraflar çoğunlukta. Bu dört şehirdeki insanların günlük yaşamları, bu yaşamlara fon oluşturan şehir manzaraları, sokaklar, meydanlar, çarşılar fotoğrafların konusunu oluşturuyor gibi görünse de, aslında bu fotoğrafların ana izleği, imparatorluğun yıkımından sonra toplumsal hayattaki değişimlerin izleri. Sergi, 29 Temmuz’a kadar Yapı Kredi Kültür Sanat’ta açık kalacak. (MK/EKN)