* Görsel: Türk Sineması Araştırmaları
Malum modernleşme çabaları 18. yüzyıldan sonra Osmanlı aydınlarını ve devlet adamlarını meşgul eden en önemli hususlardan biridir. Modernizmin doğum yeri Avrupa olduğu için de, modernleşme Batılılaşma ile eş anlamlıdır uzun bir dönem için. Eski parlak zaferleri tekrar kazanmak için orduda başlayan modernleşme çok geçmeden toplumun giyimine kuşamına, yemek yeme adabına, evinde kullandığı eşyalara, inşa edilen binaların mimarisine, sosyalleşme mekanlarına kadar hayatın her alanındaki alışkanlıklara sirayet eder. Bilhassa sosyoekonomik açıdan yüksek zümreyi teşkil eden, zaten Avrupalıların yaşam alışkanlıklarını uzun zamandır sürdüren gayrimüslimlerin yaşadığı İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerdeki dönüşümler daha hızlı olur. Bu dönüşümün kilometre taşlarından biri olan tiyatrolar ve sosyal kulüpler Osmanlı’da ilk defa bu kadro tarafından açılır. “Avrupai” yaşam tarzı butiklerden otellere, lokantalardan pastanelere kadar kamusal alanlarda açılan çeşitli ticarethanelerle Osmanlıların yaşamına girerek kent yaşamını etkiler.
Haliyle bu dönüşümde sinema da çok geçmeden büyük rol oynayacaktır. Halka açık ilk film gösteriminin Paris’te Lumiére Kardeşler tarafından ilk defa gerçekleştirmesinden hemen hemen bir sene sonra Osmanlı ilk defa sinemayla, daha doğrusu onun en ilkel haliyle tanışır. Osmanlı sinemayla tanışır tanışmasına ancak bir sorun vardır. O dönem sinema filmlerindeki hareketli görüntüleri kaydeden nitrat tabanlı filmler, bir hayli yanıcı olduğu için filmlerin gösterimi sırasında yangın çıkma ihtimali yüksektir. Nitekim evhamlarıyla namlı padişah II. Abdülhamid kendi sarayında yangın çıkmasından çekindiği için elektrik tesisatını Yıldız Sarayından evvel kendi konağına döşenmesini buyurduğu dönemin Mabeyn Başkatibi İzzet Paşa’nın konağında gerçekleştirilen ilk sinema seyri sırasında nitrat filminden dolayı yangın çıkar ve koca konak iki saat içerisinde kül olur.
Buna rağmen 1903 yılında sinemanın yaygınlaşmasıyla yürürlüğe giren ve film gösterimini belli şartlara bağlayan sinematograf imtiyazı şartnamesinde yangınları önlemek adına yapılması gereken tedbirlere yeterince yer verilmez. Alınan tedbirler dönemin havasına uygun olarak tıpkı basında, edebi yayınlarda ve piyeslerde olduğu gibi siyasi sakıncalarla alakalı yapılan sansürlerdir. Yangın hususunda gereken tedbirler 20. yüzyıl başlarında art arda sinema salonlarının açılmasıyla salon sahipleri tarafından alınır.
Halka açık ilk film gösterimi İstanbul’un en “Avrupai” mahallesinde, Pera’daki ünlü Sponeck birahanesinde gerçekleşir. Bir müddet Avrupa’dan gelen filmler, belirli bir sinema salonu harici çeşitli mekanların düzenlenmesiyle halka gösterilir. O dönemdeki filmler genellikle güldürüye yöneliktir, sessizdir ve kısa metrajlıdır. Daha sonra nispeten uzun metrajlı filmler gösterilmeye başlandığında izlediğini anlayamayan seyircilere filmlerdeki sahneleri tek tek açıklaması için görevli biri de gösterim sırasında hazır bulunur.
Sinema seyri sırasında İstanbulluların sinemayla deneyimleri kimi zaman çarpıcı olur. Ne de olsa, Osmanlılar için sinema hem yeni bir deneyimdir, hem de o dönemki filmlerdeki hareketler gerçekte olduğundan çok daha hızlı görünür perdede. Dolayısıyla filmin esnasında seyircilerde değişik duygular uyanır. Keza o dönemin tanıklarından Ercüment Ekrem Talu, bir keresinde perdeden yansıyan bir trenin kalkış sahnesinde, trenin üzerlerine geldiğini sanan izleyicilerdeki infial durumunu anlatır anılarında.
Nihayetinde zamanla İstanbul sekenesi sinemaya alışır ve sinema sosyal hayatın vazgeçilmez bir parçası olur. Ama sinemanın büyük bir hızla yaygınlaşması, 1908 yılında Sigmund Weinberg adında Pera’da fotoğraf malzemeleri satan bir Levanten’in Tepebaşı’ndaki (şimdilerde TRT’nin bulunduğu arsada) Belediye Tiyatrosu’nu, yerleşik bir sinema salonuna dönüştürmesiyle gerçekleşir. Bu tarihten sonra eskiden tiyatro salonu olarak işlev gören binalar yavaş yavaş sinema salonuna dönüşmeye başlar. Sinema Pera ve civarı kadar önceleri onu yadırgayan, Avrıpa’dan gelen her şeye hoşnutsuzlukla bakan muhafazakar mahallere de yayılır. Şehzadebaşı gibi muhafazakar mahallelerin ahalisi Ramazan akşamlarında sinema salonlarının meraklıları arasına yerini alırlar. Şirket-i Hayriye vapur saatleri dahi sinema gösterim saatleri esas alınarak düzenlenir.
1908 yılında Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte değişen siyasi atmosfer artık bir sektör haline gelmiş sinemayı da etkiler. Memalik-i Osmaniye’de esen hürriyet rüzgarlarını arkasına alan ilk sinemacılar hürriyeti ve mevcut güzelleyen filmler çekerler. Bilhassa daha sonraki yıllarda Balkanların sinemacıları unvanıyla anılacak olan Manaki kardeşlerin belge niteliğindeki hürriyet konulu filmleri bunların aralarında en popüler olanıdır. Meşrutiyet’i ilan ettiren isyanı anlatmaktan ziyade Meşrutiyetin ilanı üzerine yapılan kutlamaları, dahası 31 Mart isyanından sonra İttihat ve Terakki’ye bağlı Hareket ordusunun payitahta gelişini ve II. Abdülhamid’İn tahttan indirilişini yansıtan filmin çekimlerinin 1911’e kadar devam ettiği tahmin edilir.
Sinemanın siyasi propaganda aracı olarak da kullanılabileceğini fark eden, hatta Alman ordusunda bir de sinema kolu olduğunu gören dönemin siyasi liderlerinden Enver Paşa, sinemanın yaygınlaşması ve profesyonellerce yapılması için çeşitli girişimlerde bulunur. İlk sinemayı kuran Sigmund Weinberg’e ve İstanbul Sultanisinde (İstanbul Erkek Lisesi) öğrenci olduğu yıllarda onun tedrisatından geçen Fuat Özkınay’a Osmanlı ordusunda da böyle bir kol kurulması ve sinemanın siyasi bir mecra olmasının sağlanması görevini verir. Özkınay’ın çektiği belge filmi Ayestefonos’ta Rus Abidesi’nin Yıkılışı (Her ne kadar Türkiye’de çekilen ilk sinema filmi olduğu pek çok kaynakta iddia edilse de, aslında Türkiye’de çekilen ilk sinema filmi Manaki Kardeşlerin 1905 yılında çektikleri Dokumacılar isimli filmdir) işte böyle bir görevin ürünüdür.
Sinema Mütareke döneminde bir nebze duraklar gibi olsa da, Cumhuriyet’in ilanından sonra kaldığı yerden devam ederek günlük hayatın eğlencelerinden biri olmaya devam eder. Ne var ki kurtuluş savaşında Osmanlıların kahramanlıklarını anlatan birkaç filmi saymazsak, bu defa sinema cumhuriyetin kurucu kadroları tarafından bir toplumsal mühendislik mecrası olarak değil, sadece kültürel bir etkinlik olarak görülür ve uzun bir müddet de öyle kalır. Daha önceleri Avrupa’dan ithal filmlerin çoğunlukta olduğu sinema sektörüne Cumhuriyet’in ilanından sonra Muhsin Ertuğrul’un başını çektiği bir kadro tarafından yapılan yerli filmler yavaş yavaş hakim olmaya başlar.
Sinema kuramı konusunda değerli çalışmaları bulunan akademisyen Nezih Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınlarından çıkan Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları adlı kitabı sinemanın Osmanlı’ya girişiyle hızlanan modernleşme sürecini ve sinemanın kent yaşamına etkilerini irdeliyor.
“Modernlik ve Seyir” ve “Ansiklopedik Sözlük” isimli iki kitabın bir araya getirilmesiyle oluşturulan eserin ilk bölümünde 1896 ile başlayan Osmanlı sinema tarihi kadar Osmanlı seyircisinin sinema karşısındaki tepkilerine, deneyimlerine, sinemayla birlikte geçirdiği dönüşümlere de ışık tutuyor. Kitapta sinema ile tanışan Osmanlıların başlarından geçen çok sayıda anekdot da anlatılıyor.
Türkiye sinema arşivinin oldukça yetersiz, sinemanın modernleşme deneyimi üzerine etkilerine dair akademik çalışmanın sınırlı olduğu ülkemizde Erdoğan’ın eseri basit bir sinema tarihi yazımından ziyade Osmanlı’nın sinemayla imtihanına dair önemli bir kaynak niteliğinde. (MK/EKN)
* Sinemanın İstanbul’da İlk Yılları, Nezih Erdoğan, İletişim Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2017