Çok Sevgili Osman,
Nicedir memleketin huyu suyu değişti. Ben de bundan nasibimi aldım; benim de huyum suyum değişti. Eskiden sabah erken kalkıp okuyordum. Üç beş cümle yazdığım zamanlar da oluyordu. Nicedir kuşluk vakitleri zaman, insanların içinde zehir zemberek işliyor. Erkenden kalkıp yürümek daha iyi geliyor bana. Bir süredir Diyarbakır’ın dışındayım. Gece yatmadan, sabah erkenden kumsala inip uzun uzun yürümeyi kararlaştırıyorum. Saat 06.00’da uyanıyorum. Hızlı bir şekilde eşofmanlarımı giyiyorum. Kapıdan çıkarken 90’lı yıllardan kalma alışkanlığımla eşofmanımın cebini yokluyorum. Kimliğimin yan cebimde olduğunu görüp rahatlıyorum. Kumsala iniyorum. Benim için kumsal, yaz güneşi ve mahşeri kalabalıkla özdeşleşen, dinlenmekten çok yoran bir ritüel. Bana kalırsa yazın dışındaki mevsimlerde kumsallar, insanı dinlendiren, ruha dinginlik veren uzun yürüyüşler için çok daha güzel.
Kumsalda yürümeye başlıyorum. İnsanın içini ürperten gittikçe de sertleşen rüzgar beni önüne katıp ters çevrilmiş küçük kayığın yanına kadar götürüyor. Kayığa dayanıp uzaklara bakıyorum. İnleme ile ağlama arasında çıkan köpek sesini duyunca irkiliyorum. Kayığı dolanıp altına bakıyorum. Sevimli, alaca köpeği kucağıma alıyorum. Çantamdan yiyecek çıkarıp veriyorum. Rahatlıyor. Bacaklarıma sürtünüp duruyor. Kendi kendine oynuyor. Bir taraftan gökyüzünde toplaşıp kararan bulutlara göz ucuyla bakarken, öbür taraftan yanımda hoplayıp zıplayan köpekten gözümü alamıyorum. Yağmur çiselemeye başlıyor. Alnıma, gözlerime gelen yağmur damlaları şefkat öpücükleri gibi geliyor bana. Yağmur damlalarının köpeğe nasıl geldiğini, neler hissettirdiğini bilmiyorum. Köpekten hızlı koşabilir miyim, diye düşünüyorum. Birden koşmaya başlıyorum. “Yağmur, koş!” diyorum, köpek koşmaya başlıyor. Gayri ihtiyari isim koyduğumu fark ediyorum köpeğe. Birden duruyorum. Yağmur da duruyor. Bir daha “Yağmur!” diye sesleniyorum, ikimiz birlikte koşmaya başlıyoruz. Yağmur, kafenin kapısında sundurmanın altında duruyor. Ben içeri giriyorum. Ortalarda bir masaya oturuyorum. Balkan göçmeni, gözlerinin içindeki mavilikle gülümseyen garson, içten bir ses tonuyla “Ne istemiştiniz, efendim?” diyor. “Adalet istiyorum, efendim.” diyorum. Kalk getir, der gibi bana bakıyor. İkimiz de gülmeye başlıyoruz. Sevgili Osman, içerden gülümsediğini görür gibiyim. Kış çayı deyip kadının yüzüne baktığımda sol göğsündeki isimlikte Adalet yazısı gözüme ilişiyor. Kendimi mahcup hissedip utangaç utangaç önüme bakıyorum.
Ege kasabası Ölüdeniz’den yazıyorum bu satırları. Düşünüyorum da insanoğlu, ormanı, denizi harikulade böyle bir yere neden ölümü yakıştırır. Akıl ve nizam sahibi her insanın kuracağı, maalesef yerli yersiz kullanıla kullanıla içi boşalmış, koflaşmış şu sözler dilimin ucuna geliyor: “Eşitlik, adalet ve barıştan bu kadar uzaklaşıldığı, ölümün bu kadar kutsallaştırıldığı, ömrümüzün en ağır kışını yaşıyoruz.”
Adalet, kış çayını masama bırakıyor. Gülümseyip gidiyor.
Sevgili Osman, sana Diyarbakır’dan uzakta yazınca şunu fark ediyorum. Zihnimde iki kentin kütüğünde kaydın var: İstanbul ve Diyarbakır. Biliyorum, senin gibi Cihan Hakimiyeti Mefkûresi olmayan dünya yurttaşı, çelebi ve kadirşinas birini iki şehir ile sınırlandırmak haksızlık olur. Umarım tezelden aramıza dönersin de, bize Osman Kavala’nın Erivan’ını, Paris’ini ya da görünür kentler’ini anlatırsın. Senin, kentleri o kentin sakinlerini tüm dinamikleriyle gözlemleyip duyumsamakta, kentlerin kültür sanat haritasını çıkarmakta, hafızasını diri tutmakta, kentin çehresini görünür kılmakta gösterdiğin mahareti bilmeyen yoktur. İçinde devinip durduğumuz Diyarbakır’da olup bitenin farkına varamadığımız zor zamanlarda dışardan bakan dost ses-göz olarak farkına varamadığımız bir çok meseleye mesai harcayıp dikkatimizi çekerdin. İnsanları ortak paydada bir araya getirip çözüm önerileri geliştirirdin. Diyarbakır’ın alın çizgilerinde senin de mürekkebin var. Kader metinlerine senin de eklenmiş cümlelerin var. Diyarbakır kendisine uzatılmış dost eli unutur mu? Unutmaz.
Diyarbakır’ın dışında uzun süre kalınca bitki çayları içmeyi seviyorum. Zamanla yine de kaçak çayı özlüyorum. Adalet tekrar başımda bitiyor. “Çayını soğutacaksın” diyor. Masamda Cumhuriyet gazetesindeki fotoğrafına gözü ilişince “Aaa, bu Osman Kavala, sanatçı dostu adam değil mi?” diyor. “Evet. O benim arkadaşım.” diyorum. “Aman sen de, o zaten herkesin arkadaşı. Çok nazik bir adam.”
Adalet haklı, sen nezaketinle, inceliğinle, farklı disiplinlerden, apayrı çevrelerden insanlar arasında kalıcı dostluklar tesis ettin. Bu dostluklar sonucu ortaya çıkan muhteşem işler karşısındaki sevincin hepimize heyecan verdi. Umut kaynağı oldu. Ördüğün sevgi ağlarıyla insanlar muhteşem işler yapmaya, hayata mana katmaya devam ediyor. Bu senin onurundur. Ve bu onur benim için çok kıymetlidir.
Adalet, boş fincanı almaya gelirken “Bak kardeşim, senin de arkadaşına mektup yazıyorum.” diyorum “Osman Bey’e mi?” diyor. Başımı evet manasında sallıyorum. Adalet, fincanı alıp bir iki metre uzaklaşıyor. Sonra geri dönüp diyor ki, “Onun aramızda olmaması akla ziyan.”
Sevgili Osman, Ölüdeniz’de seni tanıyan Adalet var. Adalet’in baki selamları var.
Tez elden kavuşmak umuduyla…
Sevgilerimle… (LL/HK)