Eğitim hayatına dilsiz başlamak zorunda kalan bütün bireylerin sesi olsun bu anlatacaklarım. Doğup büyüdüğüm Samandağ’daki benim ve benden önceki kuşağın ortak yazgısıdır; tek kelime Türkçe bilmeden “eğitim dili Türkçe” ile eğitim hayatına başlamak… 12 Eylül sonrasında durum yavaş yavaş değişmeye başladı, lakin dilini bilmediğiniz bir eğitim-öğretim sürecine girerseniz, hiçbir şey öğrenemezsiniz, sadece eğitilirsiniz; o da dayakla!... İlkokul’da matematik dışında hangi dersten ne öğrendiğimi asla hatırlamıyorum. Matematiğin dili sembolik ve evrensel olduğundan olsa gerek, aklımda kalan sadece bu derstir. İlkokul sürecinde sadece Türkçe öğrendik. Hatta zor ve dayakla…
Hiç unutmam, benim zamanımda cumartesi günleri de yarım gün eğitim vardı. Öğrenmenler toplantısı bu yarım günde yapılırdı. Öğretmenimiz bize bir şeyler söyledi, yüzümüze baktı. Sonra tekrar tekrar aynı şeyi söyledi, tek anladığım “tatil” kelimesiydi. O da Arapçadan geldiği için. Ama öğretmen bize ne anlatmaya çalışıyor? Bizim tepkisizliğimizden bir şey anlamadığımızı gördü, müstahdem Süleyman Amca'yı çağırdı. Süleyman Amca bize Arapça “çocuklar, yarın öğretmenlerin toplantısı var. Okul tatil, gelmeyin!” dedi. O anda sınıfta bir çığlık koptu. Tatil sevinciyle havalara uçuyoruz. Öğretmen bunu söylerken, coşmamız gerekiyordu, ama tepki yok ve bunu Arapça ile söylettirmek zorunda kaldığı için öfkelendi. Sopayla masaya öyle bir vurdu ki, hepimiz donduk kaldık. Sonra bizi teker teker dışarı çıkardı, kapıdan çıkan her birimizin suratına yaklaşarak “eşşeoğlu eşek” dedi. Benim ilkokulda öğrendiğim ilk Türkçe cümle buydu ve bunun güzel bir şey olduğunu zannediyordum. Aklımda kalsın diye eve varana kadar tekrar ettim. Evde kardeşlerime hava atacağım diye her fırsatta yüzlerine bakıp “eşşeoğlu eşşek” dediğimi hatırlıyorum, ta ki ağabeyim beni uyarana kadar. Anlamını o zaman öğrendim.
Benzer bir anım da şu: Beden eğitimi dersine İsmet adında başka bir öğretmen gelirdi. Okulun arka bahçesinde sol-sağ yürüyüşü yaptırırdı. Her defasında komutu şu olurdu: Sol, sol, sol pezevenkler sol… İkinci aklıma kazınan Türkçe cümle de buydu. Kardeşlerimi hizaya sokup bununla yürüttüğüm de oldu, yine uygun bir şekilde uyarılana kadar…
Öğretmenimiz, suratımıza “eşşeoğlu eşşek” dedikten sonraki haftanın ilk gününde sınıfta ve okulda Arapça konuşmayı yasakladı. O hafta Kızılay Kolu, Yeşilay Kolu vb. kolları seçerken, bir de Arapça Kolu seçti. Komşumuz olan Refik bu göreve layık görüldü. Bu arkadaşın görevi, teneffüslerde hafiye gibi peşimizde dolaşmak, Arapça konuşanı yakalayıp öğretmene götürmekti. Bu ihbarlardan dayak yemeyen kalmadı. Bu sebeple sınıfta, teneffüslerde hep dilsizdik. Çünkü Türkçe bilmiyoruz, Arapça konuşmak ise, dayak demekti. Böyle bir dilsizlik ile geçen bir-iki yılda Türkçeyi öğrendik. Burada Türkçeyi nasıl bir baskıyla öğrendiğimizden çok, eğitim hakkımızdan mahrum bırakıldığımız gerçeği önemlidir. Zira çoğumuz ilkokuldaki eğitimden hiçbir şeyi hatırlamaz. Çünkü yabancı dildeki bir şarkıyı ezberler gibi her şeyi ezberledik. Ortaokulda eğitim hayatımıza sıfırdan başlamış nesilleriz biz. İkinci dil olarak Türkçeyi öğrendik, lakin bir konuşma yapmaktan hep kaçınırdık. Hala Arapça düşünüp Türkçe konuştuğumuz için, yanlış yapmaktan, rezil olmaktan ve kendimizi doğru ifade edememekten hep korktuk.
Bizler, eğitim-öğretim sürecinin ilk basamağında eğitim hakkımızı kaybedenleriz. Sonraki basamaklarda anadilinde eğitim görenlere göre yine eksiden gelenleriz. Zira düşünce nesnenin, dil de düşüncenin sembolüdür ve her birey anadilinde düşünür. Zamanla beyin otomatik olarak çeviri yapsa da bu, alışılan rutin olur ama hala Arapça düşünüp Türkçe konuştuğumu söyleyebilirim. Çocuklarım uykuda Arapça sayıkladığıma çok kez tanık olmuşlardı. Demek ki rüyalar anadilinde görülürmüş. Memleketimdeki benden sonraki kuşak, evlere televizyonun girmesiyle birlikte az da olsa okula başlamadan Türkçeyi öğrendi. Büyükler de Türkçe öğrendi ve zamanla ebeveynler çocukları okulda baskılara maruz kalmasınlar diye yeni doğanlarla Türkçe konuştular.
Özellikle 12 Eylül Askeri Darbesi'nden sonra bütün hanelerde çocuklarla sadece Türkçe konuşulur oldu. Çünkü 12 Eylül rejiminin sıkıyönetim komutanları Hatay’da Arapça konuşulmasını, düğünlerde Arapça şarkılar söylenmesini yasakladılar. Şunun da altını çizmeliyim ki, 12 Eylül rejimi Türkçüydü ama Arapçaya düşman değildi. Zira Türk-İslam zihniyetini yerleştiren, gericiliğin önünü açan bir rejimdir. Hatta TRT’ye 205 öz Türkçe sözcüğü yasağı koyan rejimdir. Türkçe sözcükleri yasaklayan ve yerine Arapça koyan bir rejimin Hatay’daki Arapça yasağı bir çelişki gibi görünse de aslında tam olarak Türk-İslam rejimine uygun bir adımdır. Çünkü sıkıyönetim Hataylıların sadece dilini yasaklamadı, bütün özgün geleneklerini, bayramlarını da yasakladı. Evvel Temmuz, Paskalya ve birçok bayramda fırınlarda kahkeler, çörekler içli köfteler pişerdi. Fırınlar kapatılarak bu kutlamalar da yasaklandı. Burada esas amaç, bir toplumu köklerinden koparmaktı, dillerini de geleneklerini de unutturmaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu yasaklara uymayanlara her türlü cezalar yağdı.
Bu sebepten dolayı gözaltına alınanlar çok oldu. Halk üzerindeki bu baskı zamanla şuna sebep oldu; anne-babalar, “çocuklar zinhar Arapça öğrenmesinler” diye evin içinde de kendi yasaklarını koyup çocuklarına sadece Türkçeyi öğrettiler. Bundan sonraki kuşak ilkokula başlarken Türkçe biliyordu artık, lakin anadilini kaybetmiş bir kuşak oldu. İki kez hak kaybına uğrayan nesillerimiz için diyeceğim şu ki, anadili haktır, çünkü her bireyin anadili kimliğidir. Anadilinde eğitim temel bir insan hakkıdır, çünkü bu evrensel bir ilkedir. Lakin bu ülkede ya eğitim hakkımız çalındı ya da anadilimiz… Bütün çocuklar haklarıyla yaşasınlar!
(HR/RT)