Ne demişti Erdoğan: “Bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, dünyanın altını üstünü getiriyorlar ama öbür tarafta Mısır’da üç yüz kişi ölüyor, bunların elli üç tanesi namaz kılarken ibadet esnasında öldürülüyor, dünya sessiz.” Başbakan, sözlerinin en hafifinden talihsizlik olarak değerlendirileceğini biliyor olmalı. Ölümleri salt nicelik olarak ayırmaz. Bu nedenle yaptığı asıl vurgu ibadet sırasında öldürülmeleri. Dananın kuyruğunun koptuğu yer burası, çünkü ölümleri ayıran sayılar değil ideoloji.
İktidarlar için ölüm ideolojiktir, sayılar ve istatistik ideolojiye yarar sağladığı ölçüde geçerlidir. Erdoğan bir kişinin ölümü için de ağlayabilir. Ancak, Esma için ağladığında –ki bu en doğal hakkıdır- bunun Mısır’daki İhvan ya da Türkiye’deki kendi oy tabanı için yapmadığına kimse beni ikna edemez; hele ki kendi ülkesinde kendi emriyle çocukları öldürürken. Eğer Erdoğan bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişiye karşı Mısır’daki ölü sayısına işaret ediyorsa, biz de ona yalnızca Haziran ayında binden fazla kişinin öldüğü Irak’ı hatırlatalım. Sahi, Irak konusunda, tek bir damla gözyaşını geçelim, neden tek bir söz dahi edilmiyor?
Çünkü yaşam, günlük siyasi ve ekonomik çıkarlar temelinde ideolojikleştirildi, eşitlik ve özgürlük temelinde değil. Yaşamın, toplumsal ortaklığa, beraber yaşamaya dayanan özü parçalandı ve yaşam yerine ölüm yüceltildi. Bazı ölümler değerli bazıları değersiz hale geldi. İktidarın bütün eylemlerini meşru görmesi topluma da yansıdı. Polis şiddetiyle ölen birinin ardından “ateistmiş”, Aleviymiş”, “Kürtmüş” diye yapılan yorumlar Nazi dönemindeki Yahudi katliamını meşrulaştırmaya benziyor (hoş, bunu zaten hep meşru gören insanlar da hep aramızda).
Nazi dönemi benzetmesi boşuna değil. Ülkeyi, TOKİ’siyle, HES’iyle, nükleer santral projeleriyle, Hitler’in mimarı Albert Speer’in benzeri Ağaoğlu’suyla, baştan aşağı bir talan projesine dönüştüren ve bunu ilerleme-kalkınma-büyüme olarak adlandıran bir hükümetimiz var. Bu proje hükümeti, ülkeyi yalnızca mimari ve şehir-bölge planlama anlamında değil, ekonomik, demografik ve siyasi anlamda da yeniden düzenleme çalışıyor. Sünni-Alevi, zengin-yoksul ayrımları keskinleştiriliyor, Hitler’in de sık dile getirdiği çok çocuk yapma söylemi sürekli tekrarlanıyor. Bu noktada yaşam ve ölüm arasına yeniden ideolojik bir çizgi çiziliyor. Projeye dâhil olmayan her şeyin, ağacından insanına, yok olması bir sorun yaratmıyor.
Rant, çıkar ve ideoloji uğruna ölen her bir ağaçla insanı dirilterek adaleti sağlayacak olan tarihin meleği, ilerleme-kalkınma-büyüme kılıfındaki gerici rüzgâra kapılmış çaresiz durumda uçuşuyor havada. Öbür yandan, ölümle yaşam arasına ideolojik ve sayısal bir çizgi çizmeyenlerin, eşitlik ve özgürlük peşindekilerin, bu uğurda hayatını kaybeden insanları tek tek anması boşuna değildir. Bu, ölümü değil, tam tersine yaşamı yüceltmek içindir. Bu, daha iyi bir yaşam uğruna kendini feda edenlerin adını yaşatarak, onların mücadelesini devam ettirmek demektir.
Bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi derken, altı kişi olduk: 20, 22, 26, 27, 18, 19, 22. 30’unu göremeden deniz feneri olan bu insanların ışığı, sorumluluklarımızın kılavuzu olmalı. Daha iyi bir yaşam için organize olup, iktidarın ayrıştırıcılığına karşı sokaktaki özneleri aynı zeminde birleştirecek politik yapılar üzerinde düşünmeliyiz. Eşitlik ve özgürlüğün zemini ahlaki bir koşulsuzluk taşır. “Ama” koşulu yoktur. “Benim Kürt arkadaşlarım var ama…” gibi önermeler içeremez. Bu nedenle, halkların siyasal, kültürel ve ekonomik eşitliği ve özgürlüğü temelinde tanımlanarak, sokaktaki öznelerin çeşitliliğini yansıtan ve onların sesi olan politik yapıların birliğine ihtiyaç var.
Yaşama, adalete, eşitliğe ve özgürlüğe ibadetin gereği, her yer Toki’nin betonuyla kaplansa da, taşları kırarak çıkacak fidanlar her zaman var olacaktır. Konu, tarihin meleğinin havada savruluşunu durdurmak ve onu yeryüzüne indirmekse, yaşamın bu mücadelesi hep devam edecek. Ama fidanları ormana dönüştürecek olan, ortak bir zeminin iradesi olabilir. Tek bir çatı altında toplanmaktan çok, ilk etapta nefes aldıracak, ölümün değil yaşamın matematiğini hatırlatacak bir zemin. Elbette zor iş bu, ama zaten cehennemi yaratmak kolay, cenneti hem yaratmak hem de sürdürmek zordur. Cenneti yaratma sürecinin yolu da, en başta bu ülkede cehennemi yaşamışların, yani ezilenlerin ve dışlananların yolundan geçiyor. Bu ülkede “of be iyi ki varlar” dedirten insanların; Kürtlerin, eşcinsellerin, sosyalistlerin, Alevilerin, kapitalizm karşıtı Müslümanların vs. zaten hep bir nefes alma mücadelesinde olmaları tesadüf değil.
Bu mücadelelerin ortak bir iradesini ortaya koyacak zeminin nasıl yaratılacağının, iktidarın sahnelediği ölümün matematiği yerine ortak yaşamı yüceltecek toplumsal sahneyi nasıl kuracağımızın üzerinde düşünmenin zamanı çoktan geldi. (MBA/HK)