Türkiye geçtiğimiz haftalarda ölümle haşır neşirdi ; ölümü izledi, ölümü izletti, ölümü konuştu, ölümü yazdı, ölümü selamladı, ölümü kutsadı. Ölüm, bağıra çağıra her yerdeydi; meydanlarda, televizyonlarda, kürsülerde. Sessizlik nafile aradı ölümü, acı gözyaşlarını bulamadı, ağıtlar kalabalığın içinde duyulmadı, ölüm anlı şanlı karşılandı, uğruna bol gürültü yapıldı, pekçok söz sarfedildi, ölüm açılı bir şenlikle kutsandı, yüceltildi.
Türkiye önce güney doğusundaki çatışmalarla buyur etti ölümü, zaten kanıksanmıştı ya ölüm oralarda geldi geçti çarçabuk etkisi, ardından yardım gönüllülerinin İsrail askerlerince öldürülüşünü seyretti, önce gözlerine inanamadı, sonra çok kızdı, en sonunda da ölümün adını şehitlik koydu, süsledi püsledi, adeta sevindi ölülerine.
Fatih camiindeki kalabalığın politik haykırısı ölümün yarattığı iç sizisini, ölüme eli değmiş ailelerin ağıdını alt üst edip alkışladı ölüleri. Ekranlarda görüntüleri izlerken en çok hayatını kaybedenlerin ailelerini aradı gözlerim, açılarını sessizce yaşamalarına dahi izin verilmeyen ailelerin derdine dertlendim.
Bizim topraklarda cenazen ne kadar kalabalıksa taksiratın o oranda affedilir derler, iyidir cenazelerin kalabalık olması, gelenektir tanışların cenazelerine koşmak, ölü ailelerinin içi biraz olsun ferahlar, acıları paylaşılır.
Peki bir «dava» uğruna ölenlerin cenazeleri? Her daim kalabalık oluşları, tören boyunca boşuna ölmediklerini anlatmak için atılan sloganlar, yapılan uzun konuşmalar, ailelerin hiç karşılaşmadıkları bir sürü yabancının taziyesini kabul etme eziyeti, bu da cenazeye katılanların duygusal cömertliğinden, paylaşma niyetlerinden mıdır?
Yine bizim topraklardır mutluluk dışında hemen herşeyin kolektif yaşandığı yerler, kahkaların çınlamasından, artmasından çekinilir de iş ne zaman birinin müşkül durumu için söz üretmeye, birinin hatasını yüzüne vurmaya, kıskanılan birinin arkasından şeytanı bir zevkle konuşmaya, komşunun kızının aşkını yanı «hayasızlığını» çekirdek çitletme ayininde malzeme etmeye, içi yanmasa da ölüye ağıt yakmaya gelince bir kalabalığa katkıda bulunma yarısı başlar.
Kötü hep galip gelir bu topraklarda, iyi kural olana uyup itiatkarca yaşamaktan ibarettir, coşku, sevinç bile silahla dışa vurulur, illa ki birilerinin canı yakılır sevinirken bile. Kötünün böylesine içine işlediği bir coğrafyada ölüm de yaşama üstündür elbette, ölüm yaşama evladır, ölünce insan yerine koyarlar sizi, ölünce sıfat alır, ölünce duyulur, bilinirsiniz, yaşamak bir gündelik iştir, zaten zavallı yaşamınız da bir yerlere, birilerine feda edilmek için vardır.
Ne yazık ki budur « Avrupalı » Türkiye'nin de halet-i ruhiyesi, tıpkı diğer Orta Doğu ülkeleri gibi. Lübnan gibi, Filistin gibi, 1980-88 arasında süren İran-Irak savaşında beyaz kıyafetlerle, yanı kefenleriyle, ellerine cennetin anahtarı dedikleri üdürük bir anahtar tutuşturularak küçücük çocuklarını mayın temizlemeye gönderen İran gibi. Ölümün kutsandığı bir coğrafyadır bu coğrafya, olunun yaşayandan[1] ölümün yaşamdan, buz gibi mosmor dudakların soluktan yeg tutulduğu açinası bir iç sıkıntısının ev sahibidir bu coğrafya.
Hele bir de dur deyin ölüme, çatışmadan, trafik kazasına, sağlık teröründen, ekolojik felaketlere, hele bir hatırlatın ölümün kötü bir şey olduğunu, o gün ne modaysa odur yaftanız, ne sözünüz kale alınır, ne derdiniz dertten sayılır, hayatınız bir basit kaderdir işte, sizin değildir, bir gün yolda yetersiz yaptırımlar yüzünden hız yapmaktan geri durmayan bir sürücünün kurbanı oluverirsiniz, bir gün önlem almaya lüzum görülmemiştir, çalıştığınız maden ocağı patlar, ölüverirsiniz.
Ülkenin bir sürü politik açmazı vardır, kimse de beceremez çözmeyi bir politik cinayete, suikasta uğrarsınız, ölüverirsiniz, bomba patlar, ölüverirsiniz. Bir nükleer santral sızıntı yapar hemen ölmezsiniz, kanser olur ceke ceke ölürsünüz. Şansınız varsa siyasi, askeri bir çatışmada ölür, şehit ölüverirsiniz. Ölümünüze ya boş verilir, kader denir, ya da ölümünüz kalabalıkların işine gelir, cenazeniz dolar tasar, ölü bedeniniz alkışlanır, ölümünüz bir paye getirmiştir bireylerini ezen kalabalığa, iyi ki ölmüşsünüzdür, siz ölmeseniz vay halinedir toplumların onurunun!
Ve birileri 19 yaşındaki genç bedeninizin soğukluğundan gurur bile duyar, siz ölü yatarken, geleceğiniz çalınmışken, yitikliğinize üzülmek ayıptır adeta.
Nafile bir kendini kandırma durumu yaşıyor Türkiye, modern toplum, hukuk devleti, yüzü batıya dönük demokratik bir ülke sıfatlarıyla kendini avutup duruyor. Türkiye hiç ilerleyemiyor, olmadığı olamadığı bir uygarlığa öykünmekten, toplumuna hiç durmadan kırılmalar yaşatmaktan öteye gidemiyor.
Politik ve sosyal hiçbir karşıt grup birbirini dinlemeye tahammül edemiyor, tartışma platformu denilen ortamlar sesi çok çıkanın egemenliğini parlattığı yerler olmaktan kurtulamıyor, farklılık, bağımsızlık öçü olarak kabul ediliyor.
Kimse kimseye kucak açmıyor, herkes ötekiyle meşgul, bir an olsun dönüp kendine, kendi yaşamına, birey olarak toplumun içindeki yerine bakmıyor, ötekiyi hep kendini tanımlamak için kullanıyor da ne kendinin farkına varıyor ne de ötekinin öteki oluşunun. Böyle büyük bir kaosun içinde yaşıyor Türkiye, öyle aymaz ki ne türlü haksızlıkların farkında, ne dayanışma yoksunluğunun, ne de ölümün sevinilecek bir şey olmadığının. (MÖ/EÖ)
(*) Yazı PKK'nin Şemdinli saldırısından önce kaleme alınmıştır.