Son aylarda ölüm, Türkiye’de yaşayanların günlük yaşam içinde çok sık gündemde olan bir konu.
Gazetelerde ve TV’de haberlerde mutlaka ön sırada yer alıyor. Her ne kadar first ladyler Sara Davutoğlu ve Emine Erdoğan şehitliğin reklamını yapsa da ölüm kimsenin özendiği, sevdiği bir şey değil. Ne kendimize ne sevdiklerimize ne de bizim takımdan olanlara hiç istemeyiz. Allah geçinden versin, evlerden uzak olsun denir. Ölmesini istediklerimize yönelik deyişlerimiz de var “Allah düşmanımın başına versin”.
Türkiye’de eceliyle olmayan veya doğal yollardan olmayan ölümler giderek artıyor. Bu durumda ölenin ardından konuşma protokolünü yeniden gözden geçirmekte yarar var.
Allah düşmanımın başına versin denir ama ölenin arkasından kötü söz söylememe geleneği yani dayanışması da var. Biz “Kör ölür badem gözlü olur” deyişi çocukluktan içimize işlemiş bir kültürde büyüdük bu kabul hep zihnimi işgal eder. Bu konuyu başka bir zaman tartışmak şart oldu. Bugün ilgili farklı bir konuyu paylaşmak isterim.
Psikoterapilerde ölüm teması farklı şekillerde sık sık gündemde yer alır. İstismar eden, işkence yapan baba eş öldükten sonra mağdurlar sıklıkla çalkantılı devreler yaşar. Kendilerine ömür boyu zorluk yaşatan kişi ölmüş ve hıncını alamamıştır. Üstelik “yakını” eşi, babası, eniştesi vb büyüğü olduğu için yas evinde yaslı kişi konumunda olup taziyeleri kabul edecektir.
Beni etkileyen bir öykü; beş yaşındaki torununu cinsel istismar eden bir kişi eceliyle ölüyor. Kayınpederi öldüğünde arkasından dualara ve diğer dini ritüellere katılmayan, ağlamayan veya ağlarmış gibi yapmayan gelin –yani istismar edilen çocuğun hak savunucusu olan kadın- ölenin akrabaları tarafından saygısız, dinsiz, kötü bir insan olarak suçlanmış ayıplanmıştı. Çocuğu cinsel şiddete maruz kalan gelin hanımın psikoterapisinde uzun zaman gündemde kalan zor bir konu olmuştu. Sadece anneler değil herhangi bir kimse bir çocuğu, kendi cinselliği için kullanan, ona kötü gözle bakan bir kişiyi, samimi olarak, nasıl badem gözlü olarak tanımlanabilir.
Gelelim sekiz asır önce, Magna Carta’nın beşiği olan Birleşik Krallık’a. Lord Janer, Aralık 2015’te İngiltere’de 87 yaşında öldü. Öleni nasıl bilirsiniz dendiğinde, önemli mevkilerde çalışmış, itibarlı bir Lord olan Janer’in, 16 yaşından küçük 22 çocuğu cinsel istismar ettiğine ilişkin bir öyküsü de vardı.
Lord öldüğünde, güvenilir sağlam kanıtlara dayanan ve davacıların 1969-1988 yılları arasında maruz kaldıklarını belirttiği çocuk cinsel istismar davası da sürmekteydi. Kanıtlar sağlam olmakla birlikte dava sürdüğü tarihinde Lord bunamıştı dolayısıyla kendi savunması alınamıyordu. İngiliz hukukunun adalet ve insan hakları anlayışına uygun olarak zavallı bunak denmeden son yıllarda dava devam ediyordu. Lord, bu dava devam ederken rahmetli oldu.
O ölünce yaptığı suçlardan dolayı kendisine bir ceza verilemez olması onun aklanmasına anlamına da gelmiyor. Bu tür davalarında tek hedef kişinin cezalandırılması değildir. Hak arayanların haksızlığa uğradığının da resmen kabul edilmesi hem mağdurlar hem kamu yararı anlamında önem taşıyor. Aynı, bulaşıcı hastalıkların tedavi hedefi salt o kişinin iyileşmesi için değil bulaştırabileceği diğer kişileri korunması olduğu gibi.
İngiltere’de müteveffa Janer’in davasının devamının etik olarak uygun olduğu savı ağır basabildiğinden lordluk ünvanı olan kişinin ölmüş olması davanın düşmesine yetemiyor. Davanın ölümden sonra da sürmesi söz konusu. avukatlar Lord Janner’in davasında nasıl bir yol alınacağını tartışıyorlar. Tartışmanın dayanağı onların adalet sisteminde olan “Trail of the facts” (gerçeklerin izinin sürülmesi). Lord gitti ama gerçeklerin değerlendirilmesi ardından kapanmadı.
Yani cinsel istismarları ölünce otomatik olarak örtülmüyor ve Lord Janer badem gözlü olarak yolcu edilmiyor. Dava bittiğinde müteveffa lordun bir cinsel istismarcı olduğu, mezar taşına yazılmasa da onun yaşam öyküsüne kaydedilecek. Bu kayıt, İngiliz adalet sisteminin karnesine iyi bir not olarak yer alırken yeni mağdurların hak arama motivasyonlarını teşvik edecek.
Birleşik Krallık’ta durum böyle iken bizde nedir diye baktığımızda kişi ölünce ceza davası düşüyor. Başka türle söylenirse haksızlıkla ilgili sorgulanma “kültüre uyumlu olarak” bitiyor. Aynı Kenan Evren ölünce davasının kapanması gibi. Ama o hala bir işkenceci olarak tanımlanıyor ve biliniyor.
Ben hukukçu değilim, bu konuya bu ülkede yaşayan bir kişi ve mağdurların tanığı olarak değerlendirebilirim. Evren’in devri ölmeden kapanmıştı verilen akademik unvanlar geri alınmıştı, o iktidardan zaten düşmüştü. Ardından güzellemeler yapılmadı. Ama güncel moda akımların içinde olanlar olunca ölenin arkasından “kötülükleri” yokmuş gibi davranmamak galiba cesaret istiyor. Taziye protokolü kuyruğunda yer alanları görüyoruz. O kuyruğa girenleri tanıyoruz.
Ne dersiniz, Türkiyeliler doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde ne zaman “trail of facts” talep edecek?
Bu vesile ile henüz Türkçeye çevrilmemiş olan “The Children Act”, 2014, Vintage Ian McEwen kitabını okumanızı öneririm. (ŞY/ÇT)
* Kaynak: Lord Janner case: what is a trial of the facts?
* Fotoğraf: Yunus Keleş /AA Arşiv