İlköğretim yıllarım çalışan ailelerin kurtarıcısı etütlü bir okulda geçti. Sabah 9 akşam 5 öğrenim mesaim, memurluk yaşantısıyla erken tanışıklığım, sonraki yıllarda düzenli işlerden kaçan bünyemin temellerini attı belki de. Apartman ve mahalle arkadaşlığının okul hayatıyla beraber kesilmesiyle, ortalama 40 kişilik sınıfım en eğlenceli zamanlarımızın okul sınırlarında heba edilmesinin biricik dert ortakları oldular. Okul sonrası çizgi filmlere doyan yaşıtlarımı, sokak aralarında cirit atan arkadaşlarımı hep kıskandım. 10 dakikalık aralara sığdıramadığımız seksek ve zarfları annem okuldan beni almaya geç gelirse oynayabiliyorduk. Lastik atlama ise evde birleştirilen sandalyelerle gerçekleşiyordu ve oyun hep üçüncü seviyede ya da sandalyelerin paldır küldür devrilmesiyle bitiyordu.
Ama okulla ilgili tahayyüllerim sıkıcı olmaktan çok uzaktı. Şimdiden baktığımda, özellikle ilk senelerde, hele hele kış aylarında, havanın karardığı etüt saatlerinde, okulum büyülü bir şatoya dönüyordu. İkinci sınıfta Casper dergisi ve çizgi filminin etkisiyle, Casper ve amcalarıyla bu ‘şatoyu’ paylaştığıma inanıyordum. Üstüne dilden dile dolaşan yarasa efsaneleri şatomuzu daha da esrarengiz yapıyordu. Kafamıza yapışmalarıyla bütün kanımızı çekeceğine inandığımız yarasaları-muhtemelen karanlıkta bir doz hayal gücüyle bize yarasa gözüken kuşları- yakalayacakmışçasına koşuyorduk. Kendimi ve çevreyi inandırdığım en büyük oyunlardan biri Zeynacılıktı. Hatırı sayılır sayıda kişiyi Zeyna olduğuma, çizmelerim ve halkam evde olduğu için güçsüz olduğuma ‘ikna etmiştim’. Tabi bunlardan hiçbiri ortak, gizli dillerin paylaşımı kadar etkili olmuyordu. Kuşdilinin ifşa olmasından sonra arkadaşımla Mısır hiyerogliflerinden devşirdiğimiz alfabelerimizle ders sırasında pusula değiş tokuşları yapıyorduk. Dil yaratma hususunda oldukça başarılıydık ama çabuk pes ettik. Bütün harfleri kendi alfabemizle yazmak yerine, baş harflerimizin sadece hiyeroglifimsi olduğu geri kalanların Türkçe olduğu, bir ders süreli, çöp kutusunda sonlanan anonim eserler meydana getirdik. Yine de sadece bizim bildiğimiz -bu durumda uydurduğumuz- ortak ve yeni bir şey oldukça heyecan vericiydi.
Babamın “Hadi sana Kürtçe öğreteyim” demesiyle hayatıma o zamanlar adını koyamadığım bambaşka ve yeni bir ‘şey’ girdi. Yeni bir dil. Yeni bir oyun. Yeni maceralar. Çok heyecanlıydım. Ama kalıcı olmayacaktı… Öğrendiğim üç beş kelimeyi arkadaşlarımla paylaştım. Başlarda her şey güzeldi. Ama sonra ne olduğunu bilemediğim bir rahatsızlık dolanmaya başladı. Arkadaşlarım garip bir şekilde rahatsızdı benden, evde paylaşılan bu durumun kötü bir reaksiyonla karşılaşıldığı onların da algılayamadıkları bir durum söz konusuydu. Bir hissiyat, bir hayalet vardı. Şatomuz sonunda gerçekten hayaletler tarafından kuşatılmıştı.
Babam da anlamış olacak ki durumu, bir daha bana Kürtçe öğretmeye çalışmadı. Bir lisanın verdiği rahatsızlık dikenli bir lisanssızlıkla çözüme ulaştırılmaya çalışılmıştı. Sanki ben birden bitlenmiştim ve bu durum sessizce çözülmeliydi. Çözüldü de. Kendime başka oyunlar, gezilecek başka hayal dünyaları kurdum. Bitlerimden ve sirkelerimden arındığıma inanmalarıyla hayaletlerin gardiyanlığından kurtulmam doğru orantılı bir yol izledi. Ve İstiklal Marşı’nı her okuduğumda anlatılanlar doğrultusunda tüylerim diken diken oldu. Şapka devrimiyle modernleşmiştik. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar yenildiği için yenilmiş sayıldık.
Tarihi öğrenmiştim. Kötü ‘şeyleri’, iyi ‘şeyleri’ biliyordum. Tüylerimin neden diken diken olduğunu bir türlü anlamıyordum. Olması gereken buydu ama öyle öğretmişlerdi. Bu sefer de kendi hayaletlerim musallat oldu bana. Kat kat yatağın altında küçücük bir mercimek beni rahatsız ediyordu. Uyuyamıyordum, dayanamıyordum, sırtım ağrıyordu. Neydi bu, Allahım delireceğim ne bu? Sonra bir gün ağrım karnıma taşındı. Hatırladım. Üniversite üçüncü sınıf yazında, Ankara’ya gittim. Senelerce bize gidip gelen kuzenlerim ve kamyon güzergahı denk düşerse gördüğüm amcam dışında baba tarafından akrabalarımı çok tanımıyordum. Babam beni oralara hiç götürmedi, neden götürmediğini bilmiyorum. Ankara’da kaldığım o kısıtlı zamanlarda ilk kez gördüğüm kuzenlerimle beş senedir görüşüyor gibiydik. Buraları tanımıyordum ama bu insanları tanıyordum, biliyordum bir yerden. Sonra halam… Babamın en kıymetlisi büyük halamın yanına gittik. Beni kapıda görür görmez bildi. Oysa ben onu ömrümde ilk kez görüyordum. Ama o bildi. Ben ona vuruldum. Çok sevdim, insan bir saniyede bu kadar sevilir mi? Ona baktım ve çok sevdim. Bana anlamadığım bir şeyler söyledi. Anlamıyordum anlamak istiyordum ama bilmiyordum. Babam aracımız oldu. Telaşla bir şeyler ikram etmeye çalışmasını, bana hediye çetikler vermek için döşekleri yıkmasını hatırlıyorum. Bundan birkaç ay sonra kalp krizinden vefat etti. O kısacık ziyarete her baktığımda onu ne kadar sevdiğimi ve onunla ne kadar az konuştuğumu görüyorum. Konuşamadım, onun sözcükleri benim kulaklarıma girmedi, orada ikamet etmedi.
Birçok şeyi öğrendiğimi, bildiğimi sandım. Ama hatırlıyorum, öyle değil. Ben halamı biliyorum, onun uçuşan halini biliyorum ve suskunluğumuzu biliyorum. Boğazımda bir düğüm var. Ama tüylerim diken diken değil. Zaten o diken diken olan tüyler benim değil. (CAA/HK)
* Cansu Alara Aysu, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü yüksek lisans öğrencisi