16 Mart 1971'de Malatya Kürecik'teki Amerikan radar üssünü tahrip etmeye giden Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'na (THKO) bağlı gruptan bir kısmı, 31 Mayıs 1971'de Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada jandarma birlikleri tarafından kuşatılmış ve teslim olmayıp birliklerle çatışmaya girmişlerdi.
Civardaki köylülerce eşkıya zannedilerek ihbar edilen grup, yedi kişiden oluşuyordu: Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışma sırasında öldü. Mustafa Yalçıner ağır yaralandı. Hacı Tonak ise kaçamayarak yakalandı. Metin Güngörmüş ve "hemşerim" adıyla bilinen Ahmet Erdoğan ise kaçtılar. Daha sonra 6 Haziran'da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak'la birlikte THKO Davasından yargılandılar.
Kuzey Kafkasya'dan, dünyanın henüz farkına varmadığı son derece trajik sürgünle uzaklaştırılan Çerkeslerden, Bjeduğ kökenli sülalem, İstanbul'a, oradan Çanakkale - Hatay - Halep - Şam - Amman'a kadar kırıla kırıla gider. Yolda hastalananlar, yaşlılar, vatanlarından sürgün edilmenin ağır travmasına dayanamayanlar, geldikleri yerin yerleşik kültürüne - iklimine - yaşam koşullarına uyum sağlayamayanlar hele de sıtmaya karşı mukavim olamayanlar kahredici bir şekilde kırılıp giderler.
Kalanlarından sonra gidenleri ile azala azala iki kuşak sürekli göç etmek mecburiyetinde kalır. Anavatandan sürgün edildikten sonra, bizim aile en son Hatay'a yerleşmiş, devam edenler Amman'a kadar gitmişler.
İlk iki kuşak günlük yaşamlarında Çerkesçe konuşurlarmış. Daha sonraki yıllarda "Vatandaş Türkçe konuş!" şiarının günlük hayattaki baskıcı tezahürleriyle (bir komiser tarafından 'Türkçe konuş ulan' diyerek, Çerkesçe konuştuğu için bir vatandaşın çarşının ortasında tokat yemesi gibi) karşılaşma tehdidinden ve okullardaki öğretmenlerin, Çerkesçe konuşulduğu zaman konuşanın suratına okkalı şamar indirdiklerinden son nesil de günlük yaşamında pek kullanamayınca, dil, gün gün unutulmaya başlar. Ev içinde aile büyükleri aralarında da artık çoğunlukla Türkçe konuşurlar. Küçüklerin anlamamalarını istedikleri bir mevzu ya da kelimeye sıra gelince, çocuklar artık dili bilmedikleri için, anında Çerkesçeye dönerlerdi.
1970 yılında artmaya başlayan öğrenci-gençlik olayları artık hemen her evde konuşulan konular arasına girdi. Ortak merak, ' ne istiyorlar?'' sorusunda ifadesini buluyordu.
Bu soru bizim oralarda da soruluyordu çünkü geniş bahçeli evleri hemen sokağın karşısında bulunan ve Çerkes olan Yahya (Kanbolat ) amca Türkiye İşçi Partisi (TİP) milletvekili seçilmişti. Yahya amca da solcu ve sosyalist idi ama bu gençlerle pek bir alakası görülmüyordu. Bu yüzden olmalı, gençlerin solculuğu, sosyalist mücadeleleri, eylemleri hergün gazetelerde yer alırken, sorunun cevabı TİP'ten gelmeyecek gibiydi.
Her gün saat 12'de ezan sesinin alt anlamlı çağrısıyla öğle yemeğinin yenmesi o yıllarda, adı konmamış bir kuraldı. Adalet Partili olan babam yemek saatini asla aksatmazdı ama o gün gecikmişti. Sonra geldi ve anneme Mustafa Deliveli'nin (Adalet partisi Hatay senatörü) geldiğini, parti ilçe binasını ziyareti sonrasında kendisi ile sohbet ettiğini bu yüzden geciktiğini söyledi. Babam "Bu gençler hep iyi üniversitelerde okuyorlar, parlak gelecekleri var, ne diye böyle olayları çıkarıyorlar '' diye sorunca AP'li senatörün ''dışgüçlerce beyinleri yıkanmış olan bu gençleri ya parayla ya da ş'zu ile kandırıyorlar'', dediğini aktardı. Ş'zu Çerkesçe kadın demek, ben ve kardeşlerim de odada bulunduğu için, hemen Çerkesçeye başvurup sadece annemin anlayacağını düşünmüştü babam. Beş yaşıma kadar babaannemle evde sürekli Çerkesçe konuşuyordum ama artık 10 yaşımda idim ve babaannemin vefatının üzerinden beş yıl geçmişti. Çerkesçemin de ''artık bilmiyor'' seviyesine geldiğini düşünüyor olmalıydı.
İşte babam burada yanılıyordu çünkü daha uzun yıllar yaşayacak olan anneannem evlerinde benimle, çocukları ve diğer torunları ile de hep Çerkesçe konuşuyordu ve ben ş'zu'nun kadın demek olduğunu biliyordum.
Parayla, kadınla kandırılan bu genç insanlar ne diye ölüme gözlerini kırpmadan gidiyorlardı peki?
Soru kafa karıştırıyordu.
Buradaki gençler gibi Avrupa'da da gençlerin, üniversite talebelerinin olayların önlerinde olduğunu gazetelerden okuyorduk.
O yıllarda popüler magazin dergilerinden SES veya HAYAT mecmuasında kızıl Dany ve kızıl Rudi isimli gençlerin ortalığı karıştırdıktan sonra esrarengiz bir şekilde kaybolduklarını ve yerlerinin de hiç kimse tarafından bilinmediğini okumuştum.
Türkiye'de de onlara benzetilen Deniz Gezmiş de ortadan kayboluyordu.
Yıllar sonra, anılarında, Rudi'nin Katmandu'ya gitmek için Sultanahmette fotoğraf makinesini satışını, Dany'nin kendi ifadesiyle bulut gibi âşık olduğu için o ara pek ortalıkta görünmediğini, Deniz'in de arandığı için Kuşadası'nda çadırda 3 ay geçirdiğini öğrenecektim.
Rudi, Berlin de bir faşist tarafından vurulup güç bela sağlığına kavuştuğunda, kendisini vuran ve cezaevinde olan şahsa yolladığı mektupta, sağlık durumunun iyi olduğunu, kendisine karşı kötü duygular beslemediğini bilmesini ve üzülmemesini rica ettiğini yazıyordu. Mektubu okuyan faşist, solcuları böyle bilmediğini ve birçok insanın da solcuları çok yanlış tanıdığını, bu nedenle kendilerini daha çok tanıtmaları gerektiğini cevaben yazarken bu üzüntü ve pişmanlıkla yaşayamayacağını da belirtiyor çok geçmeden de intihar ediyordu. Rudi'nin bu intiharı duyduğu zaman başını iki elinin arasına alarak hüngür hüngür ağladığını biliyoruz.
Kafatasına gelen kurşunun tahribatı nedeniyle çok dikkatli yaşamasını doktorların özellikle salık verdiği Rudi, 68'den sonra 68'in devamı olarak gördüğü Alman Yeşiller partisinde var gücüyle çalışırken doktorların sıcak ve buharlı ortamlardan uzak durma uyarılarına rağmen, 1979 yılında bir banyo sırasında fenalaşıp düşerken başını küvete çarparak hayata veda ediyordu; Alman Yeşiller partisinin 1 yıl sonraki seçim başarısını göremeden.
Rudi böyle ölmüştü ama benzeri idealleri paylaştığı kuşakdaşları Türkiye'de katledilmişlerdi. 68'li devrimcilerin delik deşik edilerek, idam edilerek öldürüldüğü yıllarda gazetelere bakan her izan sahibi insanın içi yanmıştır.
31 Mayıs 1971 günü Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesi, İnekli köyünde üç genç devrimcinin vurularak öldürüldüğünü, ayrıca birinin sağ diğerinin yaralı yakalandığını gazetelerden okuduk. Ölenlerin resimlerinden birinin üzerinde sadece külot olan gencin vücudundaki sayısız mermi delikleri gazeteden bile fark ediliyordu. Bu genç Sinan Cemgil idi, diğer arkadaşları ise Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga olarak yazıyordu. Bugünkü gibi hatırlıyorum o gazete resmini. İçim acımıştı. O yıllarda çok sık içim acıdı; Nurhak, Kızıldere, Deniz'lerin idamı, Filistin'e gitmiş olan devrimcilerin MOSSAD operasyonları ile öldürülmeleri...
Bu insanların parayla ya da kadınla kandırıldıklarını söyleyen AP'li, Demirel hayranı senatöre o yaşta bile inanmıyordum, eşkıya ve cani olduklarına da...
Rehin aldıkları insanların, mahkemede koşup ağabey diye o devrimcilere sarılmaları, rehin sırasında evdeki çocukların ödevlerine yardımcı olup onları ders çalıştırmaları, evde bulunan pahaca ağır çok miktarda ziynet eşyalarına el sürmememeleri, olaylar sonrasında yetişkin olan rehinelerin büyük insanlık idealleri için mücadele ediyorlar şeklinde duygularını ifade etmelerini okuyorduk. Ben 10 yaşımda, muhakeme yaparken, AP senatörünün değil, rehinelerin söylediklerine önem vermiştim. Zaten geçen 40 yıl da AP senatörünü değil beni haklı çıkardı. Daha doğrusu 68'li devrimcileri.
Adlarına türküler, ağıtlar, şiirler yazıldı daha sonra.
68 dalgası geri çekilip çok yeni dönemler ve modern zamanlar yaşanmaya başlayınca bir zamanlar toplumu dalgalandıran bu genç devrimciler, tüm aleyhte ideolojik manipülasyon çabalarına ve propagandalara rağmen egemen ideoloji tarafından unutuldukları, boşuna hayatlarını feda ettikleri empoze edilirken, toplum vicdanında hak ettikleri yeri almaya başladılar yavaş yavaş. Boşuna ölmedikleri de anlaşılmaya başlandı.
Yıllar sonra yolumun düştüğü Nurhak'ta iş görüşmesi yaptığım bir şahıs, konuşurken lafı geçmişteki olaylara getirdiğimde şu sözleri aynen söyledi:
''Murat bey, ben o yıllarda AP'li idim ve belediye başkanıydım, bu gençlerin buralara geldiğini duyuyorduk ve görüyorduk da. Hiç öyle anarşiste benzer bir halleri yoktu, efendi insanlardı. Olaylar şiddetlenince birgün komutanla bunların nerelerde olacağını konuşarak bir ağaçlık patika yoldan yürüyüp araziye baktık. Daha sonra ölenlerin dışında sağ yakalananlardan Osman bana 'reis isteseydik seni de komutanı da orada vururduk, önümüzden geçerken çalıların arkasında elimiz silahlı idi' dedi. Doğru söylüyordu o gün isteselerdi beni de komutanı da öldürebilirlerdi. Yukarda Allah var aslında anarşist falan diyorduk ama çok iyi ve çok temiz çocuklardı. Aklıma geldikçe çok üzülürüm. Bizim buralarda da unutulmadılar, köylerde sevenleri çoktur. Yazık oldu, kandırılmış da değillerdi inanmışlardı davalarına.''
Rudi'yi vuran şahsın söyledikleri ile şu yukarıdaki sözler ne kadar paralellik taşıyor değil mi?
68'lilerin biraz da kaderleri böyle yazılı galiba. Toplum, onları tanıdıkça, artık yaşamıyor bile olsalar, bir vicdan muhasebesi yapıyor ve hak tesliminde tereddüt göstermiyor. Bu ve başka etkenlerle de, 68 sonrasında, tüm dalgakıranlara, mendireklere rağmen, yeni dalgalar yaratabiliyor.
1981 yılında Adıyaman / Kâhta ilçesine gitmiştim. Cehennemi sıcak bir gündü ve karşıda Nemrut olanca haşmetiyle duruyordu.12 Eylül kasırgası, hele oralarda, saniye saniye hissediliyordu. Bir Kürt arkadaştan rica etmiş Şivan Perwer'i el altından dinlemiştim. Kafamda yasak düşünceler, Nemrut, Nurhak, büyüleyici kalıntıları ile Kommagene uygarlığı, 12 Eylül kaosu, Diyarbakır cezaevi derken bulmam gereken adresi bulamaz olmuştum. Aracı durdurup adresi sormak için sokağa bakınınca gelen önlüklü öğrenciye sordum; aramızda geçen diyalogu kelimesi kelimesine aktarıyorum:
- Şu adresi arıyorum ama bulamadım, sen biliyor musun?
- Bizim evin ordadır, ben de orya gidyom,
- Bin arabaya beraber gidelim, Kâhta çok sıcakmış insan nefes alamıyor ama Nemrut şimdi serindir değil mi?
- Serin olur, yüksektir ya ondan
- Sizin bu Kâhta'da en çok ne yetişir? ( Ben bu soruyu coğrafi anlamda sormuştum, pancar ve buğday tarlalarıyla çevrili Kâhta'da alacağım cevabın da bu ürün isimleri olacağını düşünmüştüm... ama... aldığım yanıt artık tarih olmuş Kommagene uygarlığının merkezinde yaşayan bu Kürt ortaokul öğrencisinin, 12 Eylül'e inat, Nurhak şehitlerinin vücutlarındaki kurşun deliklerine diktiği birer kırmızı karanfildi adeta ve yepyeni bir uygarlık mücadelesi için umut saçıyordu.)
-Abe, bizim burda en çok devrimci yetişir.(MB/EÜ)