Radyasyonun sağlık etkilerine ilişkin bilgilerin önemli bir kısmı atom bombası ya da kazalar sonrası ortaya kondu. Radyoaktif maddelerin parçalanırken ortaya çıkardığı muazzam enerji keşfedildikten sonra görüldü ki bu enerjiye sahip olmak da muazzam bir güç sağlıyordu. Bu reaksiyonun kontrolüne ve özelliğine göre nükleer enerji ya da nükleer silah elde edilebiliyordu.
“Geniş Ada” anlamına gelen Hiroşima’da ilk kez bu kontrolsüz reaksiyonun oluşturduğu etki test edildi. Amerikalılar birçok yönden Hiroşima’yı Little Boy adını verdikleri “bombayı” denemek için uygun görmüşler ve bu nedenle de etkileri daha iyi görebilmek için öncesinde bu bölgeye hiç hava akını düzenlememişlerdi. Hiroşimalılar ise olası bombardımanlara karşı yangınların yayılımını önlemek için bina yoğunluğu azaltmaya ve sokakları genişletmeye çalışmıştı. Bu nedenle Little Boy kente düşüp ısı bir milyon dereceyi bulduğunda ölenlerin çoğu yıkım ekiplerinde görevli sivillerdi. “Güneşin yere düştüğü” o andan sonra 80 bin kişi sonraki günlerde ve haftalarda da 60 bin kişi öldü (1).
Güneşe yeryüzüne indiren bu buluştan çok kısa bir süre sona bu muazzam enerji oluşturan reaksiyondan elektrik de elde edilebileceği çıktı ortaya. Ellili - altmışlı yıllarla elektrik üretimi, araştırma ve askeri amaçlı reaktörler yaygınlaşmaya başladı. Türkiye de altmışlı yılların başında açtığı bir eğitim ve araştırma merkezi reaktörü ile nükleere kapı araladı, yetmişli yıllarda da elektrik üretimi amaçlı bir santral kurulması için yer bakmaya başladı. Bugün yetmişli yılların ortalarında yer seçimi yapılan Akkuyu’da santral yapımı için Çevresel Etki Değerlendirmesi(ÇED) yapılması noktasına kadar gelindi.
Önemli aşamalardan bir olan ÇED süreci ve ÇED raporu tartışmaları nasıl başladı peki?
Basında yer alanlara göre;
* Raporda yer alan ilgili uzman mühendis imzalarının sahte olduğu iddialarıyla!
* ÇED sürecindeki halkın katılımı toplantısına katılmak isteyen halkın fişlenmesiyle!
* Resmi kurumların proje hakkında belirttikleri olumsuz görüşlerin kamuoyuna açıklanmamasıyla!
* Hazırlanan ilk ÇED Raporu’nun iade edildiği ilk ve Raporda değişikliklerin istendiği ikinci komisyon toplantısındaki resmi kurum görüşlerinin gizlenmesiyle!
* Bilirkişi tespitlerine göre onay verilen Nihai ÇED Raporu’ndaki değişikliklerin nükleer enerji mühendisi gözetiminde gerçekleştirilmediğinin açığa çıkmasıyla!
* Bakanlığın ÇED sürecinde çalışan mühendislerin ne imzalarını ne de ÇED mühendislik firmasında çalışıp çalışmadığını kontrol etmediğinin anlaşılmasıyla!
***
Nükleer enerji konusunda iki temel ama büyük endişe kaynağı olduğunu söyleyebiliriz: Kazalar ve radyoaktif atıklar. Kaza endişesi 2011 yılında Fukuşima’da tsunami sonrası yaşanan facia nedeniyle had safhaya çıktı. Almanya nükleer santrallerini kapatma ile ilgili programını ötelemekten vazgeçti, İsviçre 20 yıl sonra mevcut santrallerini kapatmaya ve yenilerini de yapmamaya, İtalya nükleer santrallerle ilgili referanduma gitmeye karar verdi. Sekiz Avrupa ülkesi delegasyonu “nükleer karşıtı ortak bildiri” yayımladı (2).
Nükleer atık meselesi ise başlı başına bir endişe. Her biri canlı yaşamı için ayrı bir tehdit olan ve bu tehdidin gün değil hafta değil yıl değil on yıl değil bin yıl değil, tam yüz bin yıl sürebildiği (Abartı sayılmasın, bazıları milyon yıl) bu atıkların saklanması, depolanması başlı başına bir sorun.
Yeşil Gazete’de haber yapılan bir belgesel Finlandiya örneğine dair çarpıcı bilgiler aktarıyor (3):
“Finlandiya ortak yapımı belgesel, nükleer atık meselesine dair can alıcı bir noktaya; nükleer atık depolarının dünya yüzeyindeki canlı yaşamı açısından yüz bin yıl belki daha fazla bir süre için yarattığı tehditin boyutlarına parmak basıyor.
Finlandiya’nın Olkiluoto Adası’ndaki Onkalo arazisi, yerin altını kazmaya değer herhangi bir madeninin, tarıma elverişli topraklarının bulunmadığı yargısından hareketle, 2002 yılı itibariyle Finlandiya hükümeti tarafından dünyanın unutması gereken bir bölge olarak ilan edildi. Depo, yerin üstündeki değişimlere nazaran altının daha güvenli olabileceği varsayımına dayanarak granit kayalık zeminin 520 metre altında yüksekliği 6,5 m genişliği ise 5 m bir tünel açılarak olarak inşa ediliyor. Öngörülen maliyeti ise sadece 818 milyon avro.
Belgesel filmde bilgisine ve görüşlerine başvurulan merciiler arasında Onkalo Nükleer Atık Deposu’ nun Başkan yardımcısı ve İletişim Müdürü de yer alıyor. İkisi de dünyada halihazırda 250-300 bin ton nükleer atık bulunduğunda hemfikir. Onkalo’nun misyonu 2020 yılında faaliyete geçmesiyle başlayacak, 2100 yılında atıkların depolanması bittikten sonra kapısına mühür vurulacak. Atıkların 100 bin yıl saklanması ki bu süre nükleer atıkların tehlike arz etmeyi sürdürdüğü süreye eş. Öte yandan, bu süre zarfında Onkalo’nun yerin altındaki bu dev depoyu gelecek kuşaklar bulur mu, bulur da uzak durulması gereken bir yer olduğunu anlar mı, işte orası tam bir muamma. Belgeselde yetkililere gelecek nesillerin bu depodaki tehlikeyi anlamasını sağlayacak şekil ve işaretler düşünüp düşünmedikleri de soruluyor . Dolayısıyla “unutmaya mecbur olduğumuzu hep hatırlamamızı (hatta gelecek nesillere hatırlatmamızı) gerektirecek” bir yerden bahsediyoruz.
***
Nükleer santraller ile çocuklarımıza nükleer bir miras da bırakmış olacağız, sadece o santrallerin yanında yöresinde yaşayanlar değil, hepimiz. Risklerini tehlikelerini handikaplarını göze alıyor muyuz? Güvenebiliyor muyuz kamu kurumlarına, devlete bu risklerin tehlikelerin handikapların ortaya çıkmaması için? Ya şirketlere?
Akgün Akova “baba bana bağırma” şiirinde şöyle demişti: “Yalanları yazdım defterime hiç unutmadım / radyasyonu radyo istasyonu sanan Bakanları”
Çocuklarımıza nükleer bir miras bırakıp bırakmayacağımızı bize sordular mı? (CIY/HK)
1.Alıntılar için: Sayanora, Şavkar-san. İçinde: Kvangvamun kavşağı. Şavkar Altınel. YKY Yayınları, 2013.
2. http://www.bianet.org/bianet/cevre/130474-avrupa-nukleere-sirtini-dondu
3.http://yesilgazete.org/blog/2014/11/15/orayi-unutma-zaruretini-hep-hatirlamak-gerek-onkalo-nukleer-atik-deposu/