Sadece saatlerdir tanıdığınız biri bir anda, hayatta size hiç kimsenin yaklaşamadığı kadar yaklaşabilir mi? Ya da onca emeklerle planlı programlı kurduğunuz pek kıymetli düzeniniz bir anda, tek bir kişinin tepetaklak edeceği kadar önemsizleşebilir mi? İç burkacak denli sıkıcı koşturmacanızdan kısacık bir mesaj sizi çekip alabilir mi? Bilgisayar ekranından görüp bildiğiniz bir odayı kendi eviniz belleyebilir misiniz?
Hayatım günün birinde çok güzel bir darbe aldı ve sanki biri kulağıma "Yık her şeyi, yeniden yap" diye buyurdu. Şimdi de bunları yazıyorum çünkü bilinsin istiyorum. Tıpkı çevremdekilere bir kadını sevdiğimi -başlarda zor da olsa- anlatırken hissettiklerimi bilmelerini istediğim gibi.
Bu sadece gizlilikten kurtularak rahatlamanın bir yolu değil benim için. Neredeyse yaşamsal sayılabilecek bir zorunluluk. "Pride" (onur) der dururlardı da anlamazdım tam. Artık anlıyorum birini sevmekten gurur duymanın ne demek olduğunu.
Bir günden diğerine kendi cinselliğine dair bütün kalıplardan sıyrılıp, cinsel toplumsallaşmayı yerle yeksan edemiyor insan belki ama heteroseksüelliğin konfor alanının dışına itildiğini hemen anlıyor.
15-16 yaşlarımdan beri hiçbir ilişki¬de kimseden saklanmak gizlenmek gibi bir kaygısı olmayan ben, o hayatıma girdiğinden beri, her adımımda, yanlış yollara girdiğimi ısrarla kafama vuran gündelik hayatın detayları altında eziliyordum. Etrafımdaki hemen herkesin hayatı bütün 'normal'liğiyle akarken, benim içimde 'anormal' bir sevgi büyüyordu.
Kimi zaman normallik denen şey koca bir boşluk olup beni yutacak gibi oluyordu. Normal olarak benden beklenenler arasında, -her ne demekse- düzgün bir adamla mümkünse ciddi bir ilişkiye başlamanın da ötesinde ailemi mutlu etmek için bir imza atıvermek bile vardı. Bu beklentilere cevaben "Elim değmişken iki üç çocuk da yapayım mı sizin için?" diyememek de içimdeki sıkıntıyı katmerlendiriyordu.
Açılmak şöyle dursun, bu meselenin yalnızca farazi bahsi bile ailenizin ya da 'yakınlarınızın' yüzünün kara bulutlarla kaplanmasına yetip de artıyordu. Çünkü onların size biçtiği mutluluk resminde daha ziyade kocanız ve boy boy çocuklarınızla kalburüstü bir semtte ömrünüzü tüketmek yer alıyor. Gidip bir kadına âşık olmak ve bundan sessizce gurur duymak değil.
Son derece açık görüşlü olan ailemin zihniyetine göre; elbette eşcinseller vardır ve diledikleri gibi yaşamak onların da hakkıdır; ne var ki bu illet zinhar kendi çocuklarına musallat olmamalıdır.
Ama bana musallat olmuştu işte ve yakın gelecekte bu meseleden başımın çok ağrıyacağını hissetmem zor olmuyordu. Böyle zamanlarda onunla birkaç dakika konuşmak bile beni gittikçe daralan çemberimden çıkarmaya yetiyordu. Burada saat 1:45'ti, onun uykusunun kaçtığı ülkedeyse 5:45 olmalıydı. "Sesini duymam gerekiyordu, iyi hissetmiyorum" dediğinde, o anda sanki yanı başıma gelip konmuştu küçük kadın.
Bir yandan beni oldukça sarsan inişli çıkışlı bu yeni hallerime alışmak bir yandan da hissettiklerimi görünmez, bilinmez kılmak zorundaydım. Oysa ben onunla başka bir hayata başlamak, bu yaşıma kadar getirdiğim bütün ağırlıklarımdan kurtulmak, sadece âşık olduğum için direnebilmek istiyordum.
Sonra bir gün çıkıp geldi, sanki hayatım gerçek seyrini kazandı, her güne beraber başlandı, birbirimizden habersiz geçmiş zamanlarımızın hesapları tutuldu, telafi etmek için planlar yapıldı. Çoğu zaman bir erkekle bir kadın arasında kadının sevgisi, aslında her şeyi yürüten güç olur ya, iki kadının sevgisinin birbirine ne kadar da güçlü karıştığını şaşırarak fark ettim o günlerde.
Homofobinin güler yüzü
Dünyayı ısrarla siyah-beyaz, kadın- erkek, doğru-yanlış diye sınırlayanlara inat gökkuşağının pırıl pırıl parladığı bu resim bir yana, cinsel hiyerarşi merdiveninde hızla alt sıralara yuvarlanırken bir de fark ettim ki bize ikiliklerin dayatıldığı düzende 'cinsel öteki' mertebesine çoktan inivermişim.
Bu sırada homofobinin ille de eli satirli, psikopat Bursaspor taraftarlarına özgü bir hal olmadığını, bir de güler yüzlü, munis bir formu olduğunu keşfettim.
Kendilerine açıldığımda mutluluğumu içtenlikle paylaştığını bildiğim arkadaşlarımın; "Bu aralar kendini boşlukta hissediyorsun, belki ondandır", "Peki bundan sonra erkeklerle yatmayacak mısın?", "Son zamanlarda karşına çıkan adamlarda pek iş yoktu" gibi tepkileri karşısında başta neyle karşı karşıya olduğumu pek kestiremedim, içim burkuldu ve anlatma hevesim havada asılı kaldı ama kızamadım onlara. Onlar da kendi durdukları yerden ve iyi niyetle beni anlamaya çalışıyorlardı, homofobik halleri hücrelerimize kadar özümsediğimiz bir zamanda yaşıyorsak bu onların suçu muydu?
Ben de bir zamanlar aynı yerde değil miydim? Hatta bugün bile sokakta sevdiğimin elini sımsıkı tutup yürüyemiyorsam bu edilgenliğim de aynı homofobiyi besleyip semirtmiyor muydu? Bize öğretilen aşk biçimleri hep sabitti, onun dışına düşmek, sınırlarını aşındırmak güzel olduğu kadar kolay olmuyordu.
Gitme vakti geldiğinde onu bir daha ne zaman göreceğimi bilmiyordum. Yatağımdan çıkıp bilgisayar ekranımdaki yerini almak üzere dönüyordu evine. Havaalanında hemen yanımızda vedalaşan 'normal' çift dakikalarca öpüşürken biz el sıkışıp, yanaktan bir kuru öpücüğe talim ettik, kendilerini oldukları gibi var edecek alanı bulamayan birçok kadın gibi bu kadarıyla yetinmeyi bildik. 'Normal' gerçekten de ne korkunç kelimeymiş. (CS/BB)
* Ceylan Sezin'in bu yazısını Feminist Politika'nın dokuzuncu sayısından alıntıladık.