Filistinlilerin duyguları karmaşık: bir yandan El Halil, nam-ı diğer Hebron'daki açık hava pazarında ramazan alışverişi yaparken, öbür yanda Batı Şeria'da, Nablus kenti yakınlarındaki Balata göçmen kampında doğup büyümüş 20 yaşındaki Nabil Sawalha'nın fotoğrafını göğsüne bastırıyor bir anne ve ağlıyor...
Nabil, Tel Aviv varoşlarında Kfar Saba adlı kentteki bir alışveriş merkezinde bir İsrail askeriyle boğuşurken, deyim yerindeyse "kendi kendini patlatıyor" - Nabil'le birlikte İsrail askeri ve bir sivil ölüyor, 12 kişi yaralanıyor, bunların arasında iki de çocuk var...
Nabil'in annesi fotoğrafa sarılıp ağlıyor...
20 yaşında ölüme giden Nabil'in fotoğrafına bakıyorum: Üstünde bir Reebok t-shirt'ü, ayağında spor ayakkabılar var... Her gün karşılaştığımız gençlerden biri gibi... Ama yurdu işgal altında ve o bir "intihar komandosu" olmayı seçmiş...
Bugün Rafah göçmen kampından da bir değil dört cenaze birden kaldırılıyor - dört tabut taşınıyor... Gazze Şeridi'nde İsrail askerleriyle "çıkan çatışmada" dört Filistinli daha öldürülmüş...
Bu durumda Filistinli anneler için belki de her İsrailli bir işgalci, belki de İsrailli anneler için her Filistinli bir bombacıdır...
Arada sağlıklı sesler çıkarmak isteyenler var - birbirinin yüzüne "şeytan maskesi" çizip sonra da dönüp bu maskelerden korkanların ortasında direniyorlar...
"Hain", "ajan", "satılmış" ya da "muhbir"
Yaala gibi, Yumna gibi, Terri gibi, Galya gibi, Amneh gibi kadınların oluşturduğu Bat Shalom, Jerusalem Centre for Women ya da Yuri Avnery'nin Gush Shalom ya da The Other Palestine veya Peace Now örgütleri veya işgal topraklarında görev yapmayı reddeden İsrailliler gibi... Bu"kimliksizleştirme", herkesi aynı kefeye koyma, "öteki"nin yüzüne "şeytan maskesi" takma, insanları ancak "kanına" göre "değerlendirme" furyasının ortasında sağduyunun sesi olmaya çalışıyorlar ama ne kadar etkili olabiliyorlar?
Toplumsal davranışların değişebilmesi ancak toplumsal yapılarla desteklenirse mümkün olabiliyor... Ne kadar iyi niyetli olursanız olun, kemikleşmiş, eskimiş yapılar yıkılıp yerlerine insana ve geleceğe açık yapılanmalar kurulmadığı sürece sağduyu kapıdan çıkıp gidiyor...
Mantık yerini önyargılara ve öfkeye terk ediyor... Şiddetin pompaladığı etnik nefret, kimi zaman diyalogu bile "intihar komandoları"nın işi kadar tehlikeli kılıyor - akıntıya karşı kürek çekersiniz, "düşman" addedilenle "işbirliği" yaparsınız, karşılıklı anlayış için diyaloga girişirsiniz.
O zaman kemikleşmiş, çürümüş toplumsal "yapı"lar üstünüze saldırır: siz mutlaka "hain"siniz, "ajan"sınız, "satılmış"sınız, "muhbir"siniz!
Nikos ya da Durduran
Böylesi tehlikeli sularda kürek çekip sağduyuyu, mantığı ve insana dair değerleri yerleştirmeye kalkıştığınız sürece, "susturulması gereken"siniz... Kemikleşmiş, çürümüş toplumsal "yapı"lar sizi ve çevrenizi terörize etmeye, susturmaya, yalnızlaştırmaya, gözden düşürmeye, bir gettoya kapatıp sesinizi kısmaya kalkışır - elinin altında devletin olanakları vardır, sizinse yalnızca ama yalnızca insan yüreğiniz vardır...
Tüm bunları yaşıyoruz: adımız ister Yaala, ister Amneh olsun, ister Ulus veya Nicos ya da Durduran, Keti, Kostis, Barçın veya Ferdi, farketmez... Birlikte, aynı coğrafyada, aynı yıldızların, aynı güneşin altında, aynı Akdeniz sularının dövdüğü kıyılarda yaşıyoruz tüm bunları, canlı birer örnek olarak...
Toplumlarımız için ise Nokia telefonlarının harika tuşu "Reminder" gibi "Reminder"ler düşünülmüştür... Nokia'nın bu tuşu, size gelecek için hatırlatmalar yapmak üzere ayarlanmıştır... Bir "reminder" koyarsınız, o gün yapacağınız işleri, istediğiniz saatte hatırlatır size... Arkadaşlarınızın doğum günlerini, berberdeki ya da diş hekimindeki randevunuzu hatırlatır...
Asker kışlasında durmaz
Toplumlarımızı yönetenler bu tuşu kullanır gibi "Reminder"ler koyuyorlar hafızalarımıza: "Siz nerede yaşadığınızı sanıyorsunuz? İpler kimin elinde sanıyorsunuz? Kimlerle 'takıştığınızı' bilin!" der gibidirler sivillere...
Yeryüzü haritasının hangi köşeciğinde olurlarsa olsunlar, bütün askeri ya da askerileşmiş rejimler, bütün diktatörlükler, sistematik biçimde bu "hatırlatmaları" yapma gereği duyarlar...
Asker asla kışlasında duramaz, sürekli oradan oraya gitmeli, bir yerlerden bir yerlere tanklar transfer edilmeli, trafik kesilmeli, siviller bekletilip canlarından bezdirilmelidir...
Her vesileyle törenler ya da tören provaları yapılmalı, tanklar sivil trafiği kesip yürümeli, tanklarda tam teçhizatlı askerler, silahlarını havaya değil, tesadüf bu ya arabasında bekleyen, evinde bahçesini sulayanlara doğrultmalı, "reminder"ler, "olağanüstü hal" koşullarında yaşadığımızı hatırlatmalıdır... Militarizmin psikolojik baskısını küçükten büyüğe herkes hissetmelidir...
Zarftan çınar yaprakları çıkıyor
Tüm bunları kavrasa da yüreğim, kabul etmeyi reddediyor: Çünkü kendi "Reminder"leri var...
Kestaneler topluyor arkadaşım Klagenfurt'ta benin için, postadaki zarftan çınar yaprakları çıkıyor, onları şöminenin üstüne diziyorum... Sarı, kahve ve kızıl renkleri, Gönyeli taşlarının üstünde parlıyor...
Pittsburg'taki "cadıcık" bir kitap ayracı gönderiyor - Anais Nin'in bir deyişi üstüne kazınmış:
"Yaşamak için düşler kaçınılmazdır!"
Paletlere ancak böyle direnirsin
Ve içine William Shakespeare'den dizeler yazılmış bir kart çıkıyor postadan:
"Bazen;
Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan
Güneş kucağındadır, bilmezsin
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür
Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun anlamazsın
Uçar gider, koşsan da tutamazsın..."
Yüreğimdeki "Reminder", "Hayatı duyumsayarak yaşa, yarın ölecekmiş gibi yaşa!" diyor...
"Düşlerine sarıl! Dostlarına sarıl! Sevdiklerine sarıl! Paletlere ancak böyle direnirsin! Yaşayarak ve severek! Düşür "şeytan maskelerini", insanları "ötekileştirme"!
Yüreğinle anla, kulaklarınla değil! Hayatı duyumsayarak yaşa, yarın ölecekmiş gibi!... Ancak böyle direnirsin paletlere! Çünkü bu bir insan yüreği, başka da hiçbir şeyin yok yeryüzünde! Sahip olduğun tek hazine bu, bununla sevecek, bununla direneceksin!... (SU/NM)