Yeni iktidar, ekonomik dönüşümlere alt yapı hazırlamak ve kitleleri tatmin etmek için bir yılda 22 yeni üniversite açtı. Eski hocalar da, ya atılmış ya da YÖK'ü protesto etmek için istifa etmişlerdi. Bu nedenlerle artan personel açığı akademik yeterliliğin ciddiye alınmadığı bir kadrolaşma anlayışı ile kapatılmaya çalışıldı ve vasıfsız bir öğretim elemanları toplamı oluştu. İhsan Doğramacı ve Mehmet Sağlam'ın YÖK başkanlıklarına tekabül eden bu dönemler, Türkiye'de ortalama üniversitenin meslek yüksek okulu veya "laik medrese" seviyesine düşürüldüğü dönemler oldu.
"Milli Güvenlik Devleti"nin tehdit algısının 90'lann sonlarına doğru değişmesi, YÖK'ün de üniversitelere müdahalesinin yönünü değiştirdi. Bu dönemde YÖK esas olarak 'irticai kadrolaşma' ile mücadeleyi ön plana çıkardı. 1980'lerde biraz çatışma ama daha çok müsamaha ile karşılanan üniversitede türban sorunu, bu dönemde neredeyse üniversiteler alanın asli sorunu haline geldi.
Pazar "Üniversiteleri"
Yeni üniversitelerin açılmasıyla birlikte bütün üniversiteler belli bir Pazar değerlendirmesine tabi olmuş, bu pazarı düzenlemek üzere Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) kurularak üniversitelere merkezi sınavla öğrenci alınmaya başlanmıştır. Bu pazar büyük ölçüde eski ve merkezi üniversitelerin kendilerine en iyi öğrenciyi ve öğretim elemanlarım seçtikleri, geriye kalanları ise taşra üniversitesine bıraktıkları bir çeşit devşirme mekanizması geliştirmiştir. Üniversitenin bu devşirmeyi sadece kendi adlarına değil, aynı zamanda eklemlenmiş olduğu diğer sanayi, teknik ve idari birimler adına da yaptığı aşikar. Artık üniversite denildiğinde herhangi bir mesleğin icracısı olacak teknik elemanlarının yetiştirildiği bir kurum kast ediliyor.
YÖK Yasa Tasarısı-MADDE 4:
"Atatürk devrimleri ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk ulusunun milli, ahlaki, tinsel ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın onur ve mutluluğunu duyan; toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan; aile, ülke ve ulus sevgisi ile dolu; Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış biçimine dönüştüren; özgür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı; beden, zihin, ruh, ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı biçimde gelişmiş; ilgi ve yetenekleri yönünde yurt kalkınmasına ve gereksinimlerine yanıt verecek, aynı zamanda kendi geçim ve mutluluğunu sağlayacak bir mesleğin bilgi, beceri, davranış ve genel kültürüne sahip yurttaşlar olarak (öğrencileri) yetiştirmek".
2547 sayılı Yükseköğretim Yasasının 4. maddesi, 12 Eylül rejiminin beklediklerini 'amaç' adı altında ifade etmektedir. Bu amaçların birinci bölümünde yer alan, örneğin "devlete karşı sorumluluklarını bir davranış biçimine dönüştüren insanlar yetiştirmek" hedefiyle, ikinci bölümünde yer alan "özgür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip olabilmek" arasındaki çelişki, YÖK şemsiyesi altında örgütlenen "üniversite camiasının" tüm çelişkilerini ifade ediyor.
YÖK yasa tasarısının tartışıldığı şu günlerde hemen hemen toplumun tüm kesimleri konuyla ilgili naçizane fikirlerini beyan ediyorlar. Zira tartışmanın en hararetlisi AKP-MEB ile YÖK arasında sürüyor gibi görünse de; tarafların nerede ayrıldığının analitik değerlendirmeye tabii tutulması, birliğinde nerede olduğunu gösterecek ve muhalefetteki yetersizliklerin ve soyut tutum alışların önüne geçecektir.
Aktüel üniversite tartışmalarının en önemli iki yanılsamasından biri YÖK'e AKP karanlığının karşısında ilericilik atfetmek; diğeri ise YÖK'ün merkeziyetçi, baskıcı yapısına karşı AKP'yi demokrasinin temsilcisi gibi görmektir. Şöyle ki üniversiteyi bir pazar yeri olarak algılamayan bir zihniyetin varacağı nokta kuşkusuz akademik kapitalizmdir. Bilimsel gerekçelerle gizlenmiş bir rekabet ortamının doğuşu, akademik kapitalizmin başlıca özelliklerindendir. Elbette rekabet, ataletle malul, kendini yinelemekten başka bir şey yapmayan bir akademik ortamın oluşmasını engellemek için temel bir uyarıcı olarak görülebilirse de 'business' merceğinden kırılan üniversite algısındaki rekabet, böyle bir panzehir özelliği taşımak bir yana, kapitalist mantığı akademik etkinliğin doğasına içkin kılmayı amaçlamaktadır. Özetle YÖK ile AKP-MEB arasındaki yarış sermaye gruplarından hangisinin üniversiteyi pazarla bütünleştireceğinin yarışıdır.
Demokrasi meselesine gelince, tartışmanın her iki tarafı da çıkarları için, öğrenci gençliğin sözünü dikkate almadan, hesap yapmaktalar. Bu anlamıyla yeni tasarı, üniversitelerin idari yapısında katılımcılık, demokrasi, öz-örgütlülüklerin üniversite yönetiminde söz sahibi olması gibi temel konularda hiçbir yenilik getirmemektedir. YÖK yine üniversiter alanın MGK'sı olarak varlığını koruyacak, "rektörlük" ise üniversite içi yaşamda tek başına söz sahibi olmayı sürdürecektir. "Katılımcı demokrasi", "örgütlenme özgürlüğü", "yönetsel mekanizmalarda söz ve karar hakkı"... gibi talepler yine karşılıksız bırakılmakta ve "müesses nizamın" bekaası "sürekli seferberlik ve teyakkuz rejiminin" kurumuyla devam ettirilmektedir. Tayyip Erdoğan'ın "üniversitelere kaynağı biz temin ediyoruz, o halde herkesten fazla söz hakkımız vardır" ifadesine bir başka mühim Erdoğan olan YÖK başkanının verdiği cevap düşündürücüdür : "Hükümet iktidarını devlet iktidarı gibi kullanmaya hiçbir hükümetin hakkı yoktur. Aksi takdirde devlet iktidarı gereken tedbiri alacaktır."
Anlaşılan üniversiter alanın temel problemleri neoliberal eğitim hamleleri ve demokrasi meselesidir. Sorunlarımızın çözümü YÖK'te MEB'de ya da AKP'de değil; idari-mali ve akademik özerkliği soyut talepler olmaktan çıkartıp hayata geçirecek güçlü bir öğrenci muhalefetindedir! (MY/YS)