Herkesin hayran olarak okuduğu yazarlar vardır. Bu benim yazarım diyebileceğiniz. Nedim Gürsel de benim yazarlarımdandır. Yazdığı öyküleri, romanları birden fazla kez okumuşumdur.
Nedim Gürsel aynı zamanda gezi yazıları da kaleme alıyor. Ben de dünyada her yeri görmek isteyen ama buna ne yazık ki fırsatı olmayan biri olarak gezi yazıları okumaktan keyif alırım. Bu Nedim Gürsel olunca okuduklarınız daha da güzelleşiyor. Nedim Gürsel’in kaleminden okuduğunuz kentler sizi içine alıyor, yazarla beraber o kentlerin içinde siz de dolaşıyorsunuz.
“Bana İtalya’yı Anlat” işte öyle bir kitap. Hem gitmek istediğim ama bir türlü gidemediğim bir ülke... Bu özlemimi Nedim Gürsel ile gidermeye çalıştım.
Aynı zamanda İtalya hakkında detaylı bilgi sahibi olmanın verdiği özgüvene de kavuştum. Yeterli bilgim olmadığı için gitmeye cesaret edemediğim yer hakkındaki korkularımı yendim.
Nedim Gürsel okurlarına İtalya’yı öylesine derinlemesine anlatmış ki kitabında İtalya’nın mutfağını, felsefesini, sanatını ve mimarisini doyasıya yaşıyorsunuz.
Fransa Bilimsel Araştırmalar Merkezi’nde (CNRS) araştırma direktörlüğü görevinin yanı sıra Sorbonne Üniversitesi’nde Türk edebiyatı dersleri veren Nedim Gürsel’i benim için özel kılan bir başka ayrıntı da kendisiyle tanışabilme şansına sahip olmam. Paris’te kendisinin evinde ilk defa tanışıp sohbet ettikten sonra Türkiye’ye Galatasaray Üniversitesi’nde gerçekleşen bir sempozyum için geldiği sıralarda yeni çıkan kitabı hakkında konuşmak için kendisinden bir söyleşi sözü aldım.
Nedim Gürsel Roma seyahatinden sonra sorularıma cevaplarını yolladı. Nedim Gürsel’in İtalya’sı şimdi sizi bekliyor…
İtalya günlerinizin özeti sayılabilecek bir cümle yazmışsınız kitabın daha başlarında. “Geldim, kaldım, gördüm.” Neden İtalya’ya gitmek ve İtalya’daki kentleri yazmak istediniz?
İtalya, kanımca Akdeniz coğrafyasının en eski ve ilginç ülkelerinden biri olduğu için. Hayatımın bir döneminde yolum çok sık düştü bu ülkeye. Resimli Dünya romanımı büyük ölçüde Venedik’te yazdım; Roma’da, Napoli’de, Torino’da anılarım var. Dolayısıyla bu kitabı yazmak bir anlamda İtalya’ya olan borcumu ödemekti. “Üstü kalsın” diyebilmekti.
“Yazmak –bilgisayarda değil elbet- biraz da o elin çividen kurtuluşu/kurtarılışı değil midir” diyorsunuz, Bergman’ın Sessizlik filmine de gönderme yaparak. Yazmak insanları özgürleştirirken teknoloji hayatlarımızı ya da yazarları nasıl etkiliyor sizce?
Bilgisayar teknolojisiyle sorunum olduğunu itiraf etmeliyim. Yazmak, benim için hala, eğer gerçekten yazınsal bir metin söz konusuysa, el ile ve beyaz kağıdın üzerinde gerçekleşen bir edimdir. Bir cümlenin üzerini çizip onu yeniden kurmak yetisidir.
Ama söz ettiğiniz cümle, Bergman’ın filmine atıfla, Sistina Şapeli’ndeki Tanrının Adem’e hayat veren eline, yani Michelangelo’nun ünlü freskine gönderme yapıyor. Bu freski ilk gördüğümde çok etkilenmiştim. Yine Michelangelo’nun kitapta ayrıntılarıyla yer alan “La Pieta” heykelinden etkilendiğim gibi.
Kitapta en çok vurgu yaptığınız kavramlar kadınlar ve kentler. Sizin yazarlık sürecinizi kadınlar ve kentler nasıl etkiledi? Kadınlar ve kentler olmasaydı da İtalya’yı anlatmak ister miydiniz?
Kadınlar ve kentler olmadan yalnızca İtalya’yı değil hiçbir ülkeyi anlatamazdım sanıyorum. Kitapta bana Roma’nın kapılarını açan “alev saçlı” bir kadından söz ediyorum. Hayali bir kadın sözkonusu, ama gerçek izlenimi uyandırıyor. Kim olduğunu bilmediğim, Atillâ İlhan’ın “Ne olur kim olduğunu bilsem Pia’nın / Bana böyle uzak uzak seslenmese” dizesini çağrıştıran bir kadın imgesi.
Pia Porta Roma’nın önemli kapılarından biridir. Garibaldi’nin askerleri kente bu kapıdan girmişlerdi. Bu bölümde antik kentlerin kapılarını bekleyen Sfenks’e de bir gönderme var. Sfenks’in sorusunu yanıtlayamayan kente giremez.
Kitapta sıklıkla vurgu yaptığınız, alıntılar yaptığınız yazarlar var. Bunların başında gelenlerden birisi de Atilla İlhan. Sizi lise eğitiminizden beri takip ettiğini söylüyorsunuz. Nedir Atilla İlhan’ın sizin için değeri? Yazarlığınızda sizi nasıl takip etti?
Atillâ İlhan benden önceki yazar kuşağında Paris özlemi uyandıran bir şairdir. Kendi deyimiyle “Abbas Yolcu”dur. Onun Napoli üzerine yazdıklarını anımsattım, o kadar. Bu kitapta asıl yer tutan Cesare Pavese, Carlo Levi, Cursio Malaparte gibi İtalyan yazarlarıdır. Onların yapıtlarında yer alan kentlerle aynı coğrafyayı, kendi bakışımı da katarak, harmanlamayı denedim.
Venedik’ten söz ederken birçok başka yazara da gönderme yaptım elbette. Aşk Kırgınları adlı kitabımda Venedik’te mutsuz aşk yaşayan beş büyük yazarın hikâyelerini anlatmıştım. “Bana İtalya’yı Anlat”da Thomas Mann’a döndüm yeniden. Ama Calvino’dan da vazgeçemedim. Bu yazınsal göndermeler bir Türk yazarının bakışıyla her zaman gerçekleşmiyor. Burada yapmak istediğim, İtalyan kentlerinin aynı zamanda bir yazınsal efsane olduğunun altını çizmekti.
Cesare Pavese de kitapta adı çok fazla geçen bir diğer yazar. İtalya’da çok sık karşılaşmışsınız Pavese ile. Pavese’nin intiharı sizi nasıl etkiledi? Pavese’yi anlamaya çalışmak sizin için zor oldu mu?
Cesare Pavese’yi gençlik yıllarımda okumuştum, özellikle Yaşama Uğraşı adlı günlüğünden etkilenmiştim. İtalyancaya çevrilen ilk kitabım Prima Donna Feltrinelli yayınevi tarafından yayımlandığında Torino Kitap Fuarı’nda bir davet aldım. Pavese’nin kentini görmek bende birçok çağrışım uyandırdı. Kitabımın Torino bölümünü bu çağrışımlardan yola çıkarak yazdım.
Ama Pavese üzerine yazdığım kapsamlı yazı “Başkaldıran Edebiyat” adlı kitabımdadır: “Ölüm Gelecek”. Pavese intihar etmeden önce yazdığı bir şiirinde “Ölüm gelecek/ Ve senin gözlerinle bakacak” diyordu onu terkeden kadına.
Kitabın sonlarına doğru İtalya’da bütün kentlerde eski ve büyük yapılar gördüğünüzü ama hiç gökdelen görmediğinizi söylüyorsunuz. Burada İstanbul’a bir gönderme mi var? İstanbul çok seven bir yazar olarak İstanbul için mutsuz olduğunuz konular var mı?
İtalya, birçok Avrupa ülkesi gibi, tarihsel mirasını titizlikle koruyan bir ülkedir. Aynı şeyi, ne yazık ki, İstanbul için söylemek biraz güç. Roma’nın, Venedik’in mimari dokuları hiç bozulmamış. Sevgilim İstanbul, ne yazık ki, rant uğruna hoyrat ellere teslim edildi.
“Katolik İtalya’da bir Protestan cenneti” bölümünün son sayfalarında dünyanın değiştiğini ama din ve inanç adına katlanılan zorluklar ya da yapılan savaşların hala sürdüğünü söylüyorsunuz. Ortadoğu’da devam eden ve dünyanın başka bölgelerine –özellikle de Avrupa’ya– sıçrayan bu şiddet sarmalını nasıl değerlendiriyorsunuz? Paris’te yaşayan bir yazar olarak Avrupa bu olayları nasıl değerlendiriyor sizce? Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri nereye doğru gidecek?
Türkiye, her geçen gün Avrupa değerlerinden biraz daha uzaklaşıyor. Bu demokratik değerlerin başında da, bir yazar olarak beni doğrudan ilgilendiren, düşünce ve ifade özgürlüğü geliyor.
Giderek muhafazakârlaşan bir toplum ve otoriterleşen bir siyasi yönetim sözkonusu. Bunu her yerde, her fırsatta dile getiriyorum ama bir etkisinin olduğunu da pek sanmıyorum. Yirminci yüzyıl komünizmin yüzyılıydı. Bunu İtalya’da geçen hafta “L’Angelo Rosso” adıyla yayımlanan Şeytan, Melek ve Komünist’te de enine boyuna sorgulamıştım.
Yirmibirinci yüzyılın başında radikal dinci hareketler siyasi ideolojilerin yerini aldı. Gidişat çok kötü. Geçenlerde L’Angelo Rosso’nun tanıtımı için Roma’daydım. Birinci televizyon kanalı Rai Uno’da bir yayına katıldım. Orada Nazım Hikmet’in bir şiirinin okunması ve romanımın ilgiyle karşılanması bir parça da olsa yüreğime su serpti. (FÇİ/YY)