Vltava nehri solumda uzanıyor, Charles köprüsü az ileride gotik kollarını uzatmış bekliyor akşamın olmasını, az sonra yağacak yağmuru…
Şehrin üzerinde asılıymış izlenimi veren hayalet kaleyi görüyorum, ona hayran olmaktan başka elimden bir şey gelmiyor.
Şehirlerin tanrısı olsa, Prag’ın tanrısı o kale olurdu. Her şeyi görüyor. Orada. Duruyor.
Yağmur bulutları kalenin tam üzerinde. Yavaş yavaş yaklaşıyorlar. Görüyorum.
Şemsiyem yok. Belli ki ıslanacağım. Barok da ıslanacak, gotik de…
Vişne çürüğü renginde bir elbise var üstümde. Islanınca neye benzeyecek bilmiyorum.
Köprünün üstündeki heykeller bu ortaçağ kentinin bekçileri olsa gerek. Kaleden yapılma tanrının, heykelden olma peygamberleri… Şehri koruyorlar. Hitler’den bile korumuşlar. Düşünsenize Hitler’in güzelliğinden etkilenip bombalatmadığı şehirlerden biriymiş Prag.
Nereden geldiğini anlayamadığım bir keman konçertosu yürümekte olduğum tarafı takip ediyor.
Bense sizin dizelerinizin peşinden gidiyorum Nazım Bey;
“Pırağ’da bir yandan ağarıyor ortalık
Bir yandan da kar yağıyor
Sulu sepken
Kurşuni
Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok;
Huzursuz, uzak
Ve yaldızlarında kararmış keder.
Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor.
Dördüncü Şarl Köprüsünde heykeller..”
Adımlarımı hızlandırıyorum. Az sonra sizinle Slavia Kahvesi’nde buluşacağım.
Siz belki erken geldiniz, bir kahve söylediniz. Sizi bekletmek istemiyorum.
Yol boyunca şu cümlenizi tekrarlıyorum; “Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok”.
Önce dilin engeline sonra da size çarpıyorum.
Sizi yazdığınız dilde okuyabilmenin güzelliğini çoğaltıyorum. Bir duayı defalarca mırıldanır gibi tekrarlıyorum;
“Pırağ’da ağır ağır aydınlanıyor barok”
Bazı satırları başka bir dile çevirmenin imkansızlığını idrak ediyorum bu dizenizle.
Bir duygunun, bir kentin, bir adamla bir kadının, bir ilişkinin çevrilemeyişini ilk kez bu denli derinden duyumsuyorum.
Kimse bilmiyor, o yolda ben neyle uğraşıyorum, nerelerde kayboluyorum, neyin özlemini çekiyorum. Kimse bilmiyor. Siz de bilmiyorsunuz Nazım Bey. O çevirisi imkansız cümlenizin beni neye çevirdiğini bilmiyorsunuz.
Ulusal tiyatroyu geçince buluşacağımız Slavia Kahvesi’ni görüyorum, kırmızı tramvay geçiyor caddeden, yan kapıdan içeri giriyorum.
Üstüme başıma çeki düzen veriyorum, girişteki aynanın önünde rujumu tazeliyorum.
İnsan 30 yaşından sonra ruj sürmeye başlayınca yerinde duruyor mu diye bakası geliyor.
Sonra içeri geçiyorum. Gözüm masalarda geziniyor. Sizi görüyorum az sonra. İşte oradasınız. Pencerenin önündeki o köşe masada. Prag’da ağır ağır kararırken barok, siz ağır ağır kahvenizi yudumluyorsunuz. Bej rengi bir gömlek giymişsiniz, kollarını kıvırmışsınız. Beni görünce ayağa kalkıyorsunuz. Önce elinizi uzatıyorsunuz tedirgin, sonra sarılıyorsunuz samimi.
Tam karşınıza geçip oturuyorum. Nasıl olduğumu soruyorsunuz önce, ardından ne içmek istediğimi… Bakışlarınıza piyanonun yağmuru muştulayan ezgileri eşlik ediyor.
Sandalyenizin arkasına yaslanıp memleketi soruyorsunuz, gözleriniz kısık;
“Şair memleketten uzak,
Hasretten delik deşik
Eski kentte duruyordu.
Meydanlıkta yapayalnız
Gotik duvar üstünde
Hanuş Usta'nın saati
On ikiyi vuruyordu.”
Uzakta oluşunuzun içinizde kabarttığı memleket hasretinden bahsediyorsunuz.
Bizim, memleketin içinde olduğumuz halde memlekete hasret kalışımızdan bahsetmiyorum size.
Uzun uzun yüzüme bakıyorsunuz. Memleketten size iyi haberler getirmiş olmamı umuyorsunuz. Size iyi haberler getirmediğimi söyleyemiyorum Nazım Bey.
Neler olup bittiğini anlatıp, sizinle dertleşemiyorum. Neresinden tutacağımı bilemiyorum çünkü. Neresinden başlayacağımı… Lokmaları bu akşam boğazımıza dizmek istemiyorum.
Prag’da bir cumartesi akşamında memleketten içimize suskunluk bombaları düşüyor, içimizdeki suskunluk patladıkça patlıyor. Piyanonun sesini duyamaz oluyoruz.
Bir sigara yakıyorsunuz, derin bir nefes çekip nehre bakıyorsunuz;
“Prag şehri yaldızlı bir dumandır.
Viltava suyunun köpüklerine
Martı kuşlarıyla gelir İstanbul.”
İstanbul’daki martılara, rüzgara, enginarlara, yaklaşmakta olan ıhlamur kokularına selam gönderiyorsunuz.
Beyoğlu’nu anıyorsunuz, boğazınızda bir düğüm…
Size artık “Beyoğlu” diye bir şeyin kalmadığını söyleyemiyorum, boğazımda bin düğüm…
Kötü adamların İstanbul’un ırzına geçtiklerini, İstanbul’un can çekiştiğini anlatmıyorum.
Söyleyemediklerim içime dert oluyor. Yüzümde dertlerin izi kalıyor.
Sonra garson geliyor, uzun boylu, güleryüzlü… Siparişlerimizi veriyoruz. O meşhur gulaş yemeğinden söylüyoruz.
Sizin için getirdiğim rakıyı açmak için garsondan izin istiyoruz. Halden anlıyorlar, afiyet olsun diyorlar.
Usulca kadehlerimizi dolduruyoruz. İkimiz de rakıya buz koymuyoruz.
Yukarıdaki kaleye bakarak ilk yudumu Galata’ya içiyoruz.
Sonra kadehlerimizi ölümünüze, ölümlülüğümüze kaldırıyoruz.
Piraye’nin kulaklarını çınlatıyoruz.
Öyle bir çınlatmak ki, aşk’ın ödünü koparıyorsunuz. (TI/NV)