Bir görüş alışverişi için ziyaret ettiğim Bianet’te gündem Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarıydı.
Pervin Buldan konuşma yaptığı sırada kapıdan içeriye girdim. Hayatımda ilk kez gazetecilerin bir olayı nasıl takip ettiklerini yakından görme fırsatım oldu. Konuşmalar bittikten sonra koşuşturmaları başladı. Telefon trafikleri, hazırlanan metinler...
Beklenildiği gibi katıldığım toplantıda da söz bütün dünyada yankı uyandıran “silahlı unsurların sınırdışına çekilme” çağrısına geldi. 2012 yılında Şırnak’ta askerlik yaptığımı söylediğimde Nadire Mater, “Bugün bunu yazmalısın, söz alınmıştır” dedi.
Şırnak’a doğru yola koyulmadan önce barış sözcüğü çok da anılmıyordu. Yedek subay olarak Şırnak’a gideceğimi öğrendiğim günün hemen ertesinde Uludere olayı yaşanmıştı. Anneme ve kız arkadaşıma telefon açıp “kurada Şırnak çıktı, ocak ayında Şırnak’a gideceğim” dediğimde bir süreliğine yaşanan sessizliği halen hatırlıyorum.
Şırnak’ta görev yaptığım 2012 yılı, çatışmaların, olayların, baskınların çok olduğu bir yıldı. Resmi kaynaklara göre Şırnak ve çevresinde toplam 45 Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türk Silahlı Kuvvetleri personeli hayatını kaybetti.
Psikolog olarak Şırnak’taki görevlerimden biri “şehit haberleri” vermekti. Bir askerin eşine, çocuğuna o berbat haberi aktarmak zorundaydım. Sonrasında da, eğer gerekirse, onlara Diyarbakır’a yapacakları yolculuk sırasında helikopterde eşlik etmem gerekiyordu.
Şu anda bu satırları sakin bir şekilde yazıyor olabilirim, ancak o anlarda karnımın nasıl kasıldığını, ellerimin nasıl buz kestiğini unutamam. Çatışmalar basına yansıdıktan sonra gelen “İyi misin?”, “Size bir şey oldu mu?”, “Güvendesiniz değil mi?” telefonlarını cevaplarken olabildiğince sakin konuşmaya çalışıyordum. İstanbul’da trafikten, kalabalıktan, pahalılıktan şikayet ederek yaşarken, bir anda çatışmaların yaşandığı, gece vakti dışarıya çıkmanın tehlikeli olduğu bir kentte bulmuştum kendimi.
Askerlik bittikten sonra insanların en çok sorduğu soru “Nasıl oralar?” oldu. Her soran kendi görüşünü destekleyen bir şeyler arıyordu anlattıklarımda. Herkesin bir hassasiyeti vardı. “Şehir merkezindeki bir caddenin onarılması aylar sürdü” dediğimde bazen “Devlet hizmet götürmüyor bile sonra da...” bazen de “Belediyeyi kim seçti? Kendi sorunları, devlet ne yapsın...” diye başlayan yorumlar geliyordu.
“Nasıl oralar?” diye sorduklarında kepenk kapama eylemlerini, gaz bombalarının dağıtmaya çalıştığı gösterileri, öğleden sonra merkeze gelen gazeteleri, girilmesi yasaklanan Cudi Dağı’nın karla kaplı zirvelerini, şehir merkezinde bir türlü yapılmayan çamur içindeki yollardan okula gitmeye çalışan çocukları, tezkeremi aldıktan sonra Mardin Havaalanı’na giderken yolda gördüğüm mayın araması çalışmalarını, şehirde genellikle hakim olan huzursuzluğu, helikopter seslerini, merkezdeki esnaf lokantasında yediğim harika tandırı hatırlıyorum. Her olayın ardından arkadaşlarımla nasıl “yeter artık” dediğimizi hatırlıyorum.
Acı ve gözyaşı din, dil, ırk ayırt etmiyor. Şırnak’ta aynı dili konuşmadığı halde birbirinin acısını dindirmeye çalışan insanları gördükten sonra barışın neden önemli olduğunu bir kez daha anladım. “Nasıl oralar” diye soranlara “barış lazım” denmesi gerekiyor. 30 yılı aşkın süredir yaşananlar kolay kolay unutulamaz, biliyorum. Herkesin hassasiyetinin bulunduğu bir konu üstünde orta nokta hemen bulunamaz, farkındayım. Ama akan kanın bir önce durması gerekiyor. Bu kesin!
* Can Gezgör, Uzman Psikolog