Bir yastığın üzerine yerleştirilmiş "Kadından akraba olmaz ama namustur yabancı da olmaz" ifadesiyle karşılıyor "Namusun Halleri" sizi.
Dr. A. Nevin Yıldız Tahincioğlu'nun, namus cinayetlerinden yola çıkarak, namusun cinayete kadar uzanan ağır yaptırımlarını, kadınların yaşamının her anında nasıl bir denetim aracı olarak kullanıldığını anlattığı doktora çalışmasından hareketle hazırladığı, Postiga Yayınları'ndan çıkan kitabı.
Kadınlık halleri
Kitap, tartışma yaratacak birçok iddiayı içeriyor; Türkiye'deki töre-namus ayrımının yarattığı sakıncalardan, törenin ancak namusun bir alt başlığı olarak ele alınabileceğine, kadınların kendi kendilerini denetler hale nasıl geldiklerinden, ikiyüzlü ahlak anlayışının yarattığı toplumsal sonuçlara kadar birçok konu, bir yandan öldürülen, bıçaklanan, dövülen, sokağa atılan, korunmayan, çalıştırılmayan, okutulmayan, susturulan kadınların neden bu durumda olduklarını anlamayı kolaylaştırıyor, diğer yandan ezber bozarak, itirazlarda bulunmanıza yol açıyor.
İlk yasa, ilk yasak
Kitap, önce ağzımızdan öylece çıkıveren, romanlara, filmlere altyapı oluşturan, hayatımızın her alanını biz farkında bile olmadan düzenleyen namus kavramının kökenine ilişkin kapsamlı bilgilerle başlıyor.
Fark ediyoruz ki toplumun yasaları, cinselliğe ilişkin yasaklar üzerinden kuruluyor. İlk yasak, ensest, ilk yasa, dış-evlilik.
Aile içindeki kadınların tek sahibinin baba olmasına isyan eden erkek çocukların, babalarını katletmelerini engellemek için konuluyor ensest yasağı. Ensest yasağı ile birlikte aileden değil dışarıdan evliliğin yasağın uygulanmasının anahtarı olduğu keşfediliyor. Ve elbette mülkiyet ilişkileri, sınıfların doğuşu, soyun devamı, soyun kimden devam ettiğini bilmenin erkek için önemi ile devam ediyor hikaye. Ataerkil toplum inşa edilirken, adım adım kadın ve bedeni de toplumsal yapı tarafından düzenlenip, denetlenmeye başlıyor.
Namus ya da Nomos
Akdeniz ve Ortadoğu'yu kapsayan coğrafi ve kültürel bölgede bu denetimin adı namus oluyor. Namus bu toplumların kurucu öğesi haline geliyor. "Kurucu yasa" anlamına gelen "nomostan" türeyen namus, tam da anlamına uygun bir işlev görüyor bu coğrafyada. Antik Yunan'dan Roma'ya, buradan günümüze kadar nomos ya da namus, toplumsal yapının üzerinde yükseldiği dinamiklerden en önemlisine yani cinselliğe işaret ediyor. Kimin kimle ve nasıl evlenebileceğinden meşru ve meşru olmayan cinselliğin sınırlarına kadar her şey bu söylem içinde tanımlanıyor. Hepsinden de önemlisi cinselliğe ilişkin bu söylem kadınlığın tanımı, kadınların yazgısı oluyor. Kadınlar cinselliği ile tanımlanıyor, hiçbir zaman öznesi olmadıkları bu söylem içinde eriyip gidiyor.
Kutsal kurbanlar
Bu söylem, elbette her coğrafyada aynı biçim ve şekilde göstermiyor kendisini. Ancak değişmeyen tek şey cinsellik söylemi içinde kadınlara biçilen rol: Kadınlar erkek lehine olan toplumsal düzenin kurulmasında olduğu gibi korunmasında da birer homo-sacer olarak işlev görüyor. Homo-sacer işlediği suçun mahiyeti nedeniyle kurban edilemeyen ancak öldürülmesinin de cinayet sayılmadığı bir insan kategorisi. Kökleri Roma'ya kadar uzanan bu insan kategorisi meşru şiddetin nesnesi. Çünkü homo-sacer, bizim deyimimizle, ibreti alem olsun diye katledilen kişi. Roma'da kocasını aldatarak "nomosu" çiğneyen bir kadın, Anadolu'da aldattı söylentisi çıktı diye ortadan kaldırılan bir başka kadın homo-sacer. Üstelik, Roma'da, bu kadını öldüren kişi ceza almadığı gibi kahraman gibi görülüyordu. Kitap, bu hikayenin bugüne kadar nasıl değişmeden geldiğini açıkça ortaya koyuyor bize.
Töre mi namus mu?
Kitap, Türkiye'deki kadın hakları savunucularının çığlıklarına rağmen devletin duymadığı "namus-töre" ayrımının nedenlerine de ışık tutuyor. Bilindiği gibi, Türk Ceza Kanunu'nda, töre cinayeti işleyenlerin cezalarında indirim yapılmazken, namus cinayeti işleyenlerin cezalarında tahrik indirimi yapılabiliyor. Nedeni anlaşılmaz bu düzenlemelerin ise öne sürülen iki gerekçesi var; namus kavramının sınırlarının belirsizliği ve töre cinayetlerinin aile meclisi kararıyla, organize biçimde işlenmesi.
Ölü bedenlerin yargılanması
Kitap bu bölüme, kadınların yaşadıklarıyla giriyor. "Kadınlar dünyanın her yerinde cinayetlere ve tecavüzlere kurban gitmeye devam ediyor. Dahası birçok yerinde bu cinayetler gerçek bir cinayet tecavüzler de tecavüz olarak tanımlanmıyor. Ülkemizde kadınların ve hatta küçücük kızların uğradıkları tecavüze davranışlarıyla neden olduğu söyleniyor. Namus cinayetlerine kurban giden kadınlara ise "namussuzsa cezasını buldu" deniliyor. Hatta katili mağdur ettikleri düşünülerek bu kadınların ölü bedenleri yargılanıyor."
Kitapta, bu konuya özel vurgu yapılıyor. Doğu ve Güneydoğu'da işlenen cinayetler, özetle "Kürtler" tarafından işlenen cinayetler, töre olarak adlandırılırken, aynı türde bir cinayetin neden "namus cinayeti" olarak ele alındığı sorgulanıyor. Töre cinayetleri için "modernleştirici ideolojinin dışında kalmış ilkel halkların ilkel kültürlerinin bir sonucudur" yorumu yapılırken, kadınların ikinci kez yargı tarafından katledildiğinin gözden kaçırıldığı anlatılıyor. Şanlıurfa'da, geleneksel, modern, Türk, Kürt, Arap, eğitimli, eğitimsiz kişilerle yapılan görüşmelerin içeriği yorumlanarak, ikiyüzlülük, örtülü milliyetçilik günyüzüne çıkartılıyor.
Biyo-politik
Cinsellik ve iktidar arasındaki derin dostluğa projeksiyon tutan kitapta, ataerkil yapının kadınlık açısından yarattığı sonuçlara bakılıyor. Cinselliğin toplumsal yapı açısından gördüğü işlevler başka bir ifadeyle cinselliğin nasıl bir biyo-politik olarak bedenleri dolayısıyla toplumları düzenlediği anlatılıyor. Ataerkil yapının ortaya çıkışı ve kadın cinselliğinin/doğurganlığının denetimi sorunu arasındaki ilişkiye ışık tutulmaya çalışılıyor. Geçmişte ve günümüzde denetim sorununun aldığı biçimler, denetimde kullanılan araçlar özel/kamusal ayrımına ilişkin tartışmalar bu kapsamda tartışılıyor. Ve kitap, bu tartışmaların sonunda şunları anlatıyor bize:
"Değişen ve dönüşen her şeye rağmen kadın, erkeğin dile getirdiği bir söylemle tanımlanmaya dolayısıyla denetlenmeye devam ediyor."
Bu sonuç namusun modern toplumlardaki varlığının nedenlerine de ışık tutuyor. Kadın bedeninin, erkek iktidarının önemli bir aracı olduğu ve bu amaç doğrultusunda hangi biçimlerde kullanıldığı özetleniyor.
Okuyunca şaşıracaksınız
Kitabın belki de en çarpıcı bölümü ise yüzyüze görüşmelerden alıntıların aktarıldığı, bunların yorumlandığı son bölüm. Şanlıurfa ve çevresinde yapılan görüşmeler, aşiret içerisinde yaşayan, aslında bir yaşamı bile olmamış kadının namus baskısıyla, kentli, eğitimli, kendi parasını kazanan kadının üzerindeki baskının biçimi ve ağırlığı değişse de özünde değişmediğini net biçimde ortaya koyuyor. Namusun kendileri için belirleyici olmadığını söyleyen orta ve üst sınıftan kadın ve erkeklerin farklı kavramlar üzerinden sistemi nasıl sürdürdüğü, kente göç edenlerin nasıl içine kapanık bir hal aldığı, erkek söylemiyle yaşlanmış kadınların bile sistemi nasıl devam ettirdikleri açık biçimde görülüyor bu söyleşilerde.
Üstelik sadece namus ve namus kavramıyla kadının denetlenme biçimlerini görmüyorsunuz bu söyleşilerde. Din baskısı, hücre tipi dinsel yapılanmalar, sosyolojinin aldığı biçim, fondan yanıbaşımızda duran ama dikkat etmediğimiz dünyaların şifrelerini anlatıyor bizlere.
İsimdir, topraktır, maldır, şereftir
* "Namus sadece bir kadının iki bacağının arası değildir, namus isimdir, topraktır, maldır yani şereftir."
* "Kadın nihayetinde kadındır, okusa da çalışsa da... Sonuçta yani erkekten farklıdır. Yani erkek şeydir güçlü bir de yani düşün ki çocuk onundur çünkü onun dölüdür yani o şey edendir... kadın edilen. Yani icabında insan kendi şerefi için kadını kapatır gerekirse öldürür."
* "Şimdi ben eğitimli biriyim ne bende ne de ailemde namus diye bir şey yoktur. Kadın da her şeyden önce erkek gibi insandır. Ama bizim için de bazı değerler önemli adına namus demeyelim... Ama kadın asla erkek gibi olamaz. Yani o kadar rahat olamaz. Erkeklerle çok rahat iletişim, giyim tarzı, davranışlar. Ne bileyim istediğimle gezerim, istediğim gibi giyinirim veya istediğim saatte eve girer çıkarım diyemez. Yani ben ona güvenmediğimden değil insanlara güvenmediğimden. O da zaten aklı, bana olan sevgisi ve eğitimiyle bunları bilir öyle davranır."
* "Namus tabi ki erkeğindir, kandan gelir, yani soydan... Ama açıkçası namus da namussuzluk da sütten ana sütünden gelir. O yüzden bir biz kız alacakken babasından önce anasına bakarız... Ta yedi nenesine, sütü temiz mi, helal mi... Eğer yedi nenesinden kaçan, namussuzluk yapan çıkmışsa olmaz. Lekelidir. Bir kez sütü temiz değildir."
* "Herkesin yabancı yani düşman olduğu şehirlik yerde namusumuzu da koruyamazsak elimizde ne kalır?"
* "Bizde kızlar okutulur, kadınlar çalışır, miras alır ne bileyim evliliklerine kendileri karar verir... Biz köylüler gibi cahil değiliz... Ama bizim için de bazı değerler vardır. Aşiret kuralları değil... Yani biz temiz bir aileyiz ve bu yüzden temiz kalmaya da çalışırız. Kadın ve erkek eşittir ama her açıdan değil. Yani ben kızıma güvenirim. Onu özgür bırakırım ama eğer o bu güveni hak etmezse benim ona saygım ve sevgim kalmaz..."
Saf kan, saf süt
18'i erkek, 20'si kadın; 11'i Türk, 18'i Kürt, 8'i Arap olmak üzere 37 kişiyle yapılan görüşmelerin her birinin içeriği ayrı ayrı analiz ediliyor kitapta. Kentin varoşlarında yaşayan "gururlu göçebeler" ve köylerde yaşayan "köylüler" ile yapılan görüşmeler, kadının gerçek akraba olarak görülmediğini ancak namus nedeniyle tam da yabancı gibi görülemediğini anlatıyor. Bir görüşmecinin kelimeleri bu görüşmelerin özeti gibi aslında: "Toprak da kadın gibi namustur ikisi de yabancıya verilmez."
Akraba kadınların neden akraba erkeklere saklandığını bu yolla da hem namusun hem de toprak bütünlüğünün nasıl korunduğunu anlatıyor, bu bölümdeki anlatımlar. Kadınların, "saf bir kana" ve "saf bir süte" sahip yeni nesilleri garanti altına almak adına baba tarafından kuzenlere nasıl saklandığı anlaşılıyor.
Varoşlar daha tehlikeli
Sanılanın aksine, varoşlarda silahın patlama olasılığı köylere oranla daha da yüksek. Kitaba göre, köyünde akrabaları içinde güvende yaşayan "gururlu göçebe" kentlerin varoşlarında artık yabancı tehdidine açık hale geliyor. Soyunun soyluluğu silikleşirken, soyu ve asaleti sadece akraba kadınlarla ifade etmeye başlayan erkekler, örselenen onurlarını kadın üzerindeki baskıyla korumaya çalışıyor.
"Kentli" görüşmecilere ait veriler ise gelenekselden moderne namusun hangi açılardan değiştiğini daha da önemlisi hangi açılardan aynı kaldığını gösteriyor. Bu kesim her ne kadar, "Kadın, her şeyden önce insandır, okuyan eğitim alan meslek sahibi birer insan" düşüncesini ortaya koysa da bu grupta kızlar okutulsa, kadınların çalışması ve miras alması normal karşılansa da "temizlik" vurgusu kendisini ele veriyor bu grupta da. Güven, temizlik gibi kavramlarla korunmaya çalışılan namus, ilişkilerin yine belirleyicisi oluyor. Namus bu kez erkeklerin filli olarak koruduğu bir şey olmaktan çıkıyor kadınların eğitimle kazandıkları akıl ve ahlakla korudukları bir "vicdan" sorununa dönüşüyor. Başka bir ifadeyle namus aynı namus ancak onu koruyan aktörler ve aracılığı ile korunduğu kurallar ayrı.
Yapılan tüm görüşmeler, kitapta, şöyle özetleniyor:
"Özgür kadın cinselliğinden duyulan korku namusa ilişkin ifadelerde kendini çokça açığa çıkartmaktaydı. Bu korku ırk, dil ve sınıf gözetmeden kadını bedene indirgemekte ve bedeni üzerindeki bu denetim ise kadını nesnelleştirmekteydi. Bizim açımızdan adı namus olan bu denetim ilişkisi her türlü toplumda farklı biçimde ortaya çıkmaktaydı."
Namusun hikayesinin anlatıldığı, okudukça insanın içini karartan, karattıkça kendi yargılarını düşünmeye iten kitap, kadının toplumsal konumunu ve uğradığı şiddetin nedenlerini açıkça ortaya koyuyor. Kitabın kapağı da kadının yatağındaki bıçak imgesiyle anlatıyor zaten kadın açısından olanı biteni. "Kadından akraba olmaz ama namustur yabancı da olmaz" deyimiyle, yerli yerine oturuyor taşlar. (ÖD/ÇT)