Sonuç olarak, İstanbul'daki şu meşhur Avrupa yazarlar parlamentosu, Trinidad doğumlu yazar Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul'ün yokluğunda başladı. Bildiğimiz kadarıyla, Naipaul önce onur konuğu olarak davet edildi, sonra bu "fakirlik ve İslam düşmanı"nın onur konuğu edilmesi fikrinin yarattığı infial nedeniyle davet geri çekildi.
Her şeyden önce, batı dışında kalan kültürleri, İslam'ı, Müslümanları, Afrika'yı geri kalmışlık ve ilkellikle suçlayan, kitaplarında oraları, o insanları küçümsemekten kaçınmayan bir yazarı davet ettiklerinden haberleri yok muydu?
Zira bu hiç de önemsiz sayılmayacak bilgisizlik ya da dikkatsizlik organizasyon komitesini büyük bir kabalık icra etmeye mecbur bıraktı. Elbette bu zorunluluk da sorgulanmaya açık. Bazen, siyasi incelikler, kitlelerin sempatisinden vazgeçmek anlamına gelebilir. Edebi incelikler uğruna toplumsal kabuller feda edilebilir.
Aslında bu Naipaul meselesinin bu kadar büyümesi Türkiye'de İslam'ın ve Müslüman olma'nın çok revaçta, ilgi görür bir mesele olmasından ileri geliyor. Örneğin Naipaul, gregoryenleri küçümseyen eserler veren ya da bu küçümseyici tavrını saklama gereği duymayan bir yazar olsaydı, Naipaul'süzlüğü bu kadar konuşuyor olur muyduk? Muhtemelen olmazdık.
Öte yandan Naipaul'un bir eyleme dönüşmemiş diyelim "nefret söylemi"ni, bütün diğer nefret söylemleri gibi yok sayamayacağımıza göre, onunla tartışmak ve onu dönüştürmek üzere uğraşmak akıl karı görünüyor. Aksi takdirde, İslam'a söz söyleyen benim ülkeme girmesin tepkisi geliştirmek, bir süre sonra şu ya da bu nedenle, şu ya da bu kişiler, şu ya da bu grupların ülke sınırlarının dışına çıkmasını istemekten bir farkı kalmayacak.
Örneğin, Kürtlerin Kürt olduklarını söyledikleri için nefret edilmesi gerektiğini düşünen bir Türk milliyetçisi hatta faşisti, "Faşist, git buradan" diye bertaraf edilebilir mi? Onu görüş alanımızdan çıkararak onun varlığını ve bu düşüncenin kaynağını yok etmiş olabilir miyiz? Elbette hayır. Bir faşiste, siyasi kategori belirlemek dışında, yüzüne karşı, hakaret niteliğinde "faşist" diye bağırmak kadar etkisiz bir politik mücadele yöntemi olamaz, kaldı ki, katili idam etmek gibi, tarafların tümünü katil kılmaktan başka bir işe de yaramaz.
Dolayısıyla kendini "başkası"ndan ayrıştıran ve üstünleştiren herkes, ırkçılar; devleti kişinin üzerine yerleştirenlerin tümü, faşistler, eli silahlılar, derisi beyazlar, karnı tokların, ensesi kalınların tümünü, bu saydıklarımın hepsini biz "vicdanlı, iyi, adaletli" olanlardan ayrıştırılabileceğimize yönelik inanç tehlikeli bir düş gücü barındırır. Yani, Naipaul'de yalnızca, Müslüman düşmanı bir ırkçı görmeye çalışırsak, beyazcılık ve batıcılığın adaletsizliğiyle etkin bir biçimde mücadele etmek imkânsız hale gelir.
Yazın alanıyla politik doğruculuk arasındaki gerilim
Bundan başka, yazın alanı, yazarlar, romanlar, şairler ve şiirler her zaman politik doğruculuğun ve haklar tartışmasının konusu olamaz. Bu gereklilikte diretmek, çocuk hakları göz önüne alınarak Vladimir Nabokov'dan, cinselliğin eril dilin hükümdarlığında yeniden üretilişine itiraz etmek için Charles Bukowski'den, William Burroughs'tan, silah kaçakçısı olduğu için şahsen Arthur Rimbaud'dan, insanların çirkinlikleriyle kötülüklerini bağdaştırdığı için bizzat Honoré de Balzac'tan vazgeçmeyi göze almak gerekir.
Yazın tarihi katil şairler, kadın düşmanı ressamlar, kumarbaz yazarlar, sübyancı romancılar, tecavüzcü aktörlerle ve bir yığın insanlık suçunun tasvir edildiği, kimi zaman yüceltildiği metinlerle doludur. Sanat bu saydığımız hak ihlali eylemlerini temize çıkarmaya, meşrulaştırmaya hizmet etmez, ancak bunlarla; dünyayı tatsız tuzsuz, kendi başına bir insaniyet dersine dönüştürmeye kalkmadan da mücadele edebiliriz.
Belki burada ölçüt, devletin kurumlarının insanlara sonradan icat edilen haklar çerçevesine uygun bir yaşam sunup sunmadığına bakmak ve bütün bu yaramazlıklara devletin elinin karışıp karışmadığına dikkat etmektir.
Diyeceğim o ki, bu mesele Naipaul ve İstanbul'lu Müslüman, Müslüman olmayan yazın-kültür tüketicileri arasında hallolurdu, kimsenin de burnu kanamazdı. Ancak bir kıvılcımdan alevlere dönüşen, Hilmi Yavuz gibi hürmet edilen, önemli bir şair ve hocanın "ilk taşı"yla şekil alıp, büyüyüp gelişen "Bu gavur buraya gelmesin" duygulanımı otoriter iskeletiyle insanı tedirgin ediyor.
Zira, Hilmi Yavuz gibi, İslamcı çevreden de enetelektüellerden de kolay kolay eleştiri alamayacak saygın bir isim yerine, gariban adı sanı duyulmamış bir inanan bu yazıyı yazsa aynı etkiye yol açabilir miydi?
Müslümanların haysiyeti, biraz da büyük yazarların birbiriyle çatışmasına, devlerin kavgasına, malzeme oldu gibi görünüyor. İşin kötüsü, Hilmi Yavuz, hiçbir açıdan uyuşmadığı Orhan Pamuk'un önemsediği bir yazarı iki paralık edecek diye, Müslümanların zaten ayaklanmaya hazır dışlayıcı duygularını teşvik ediyor.
Baklayı ağızdan çıkarmak zamanı: Her bakımdan, Naipaul'ün gelmesinin önlenmesi bir skandaldır. Naipaul'ün nefretini aynen ödünç almaktan başka bir şeye işaret etmez. Irkçılıkla böyle baş edilmez. Müslümanların kendilerini sevmeyen biriyle iletişime geçme hakları ellerinden alınamaz. En önemlisi de, yazın, dinlerin ve halkların dokunulamayacağı bir saflık alanı olarak tasavvur edilemez.
Ayrıca, madem öyle, kalem oynatan, köşesi olan her Müslümanın ya da "müslümancı"nın, 1971'de kapatılan Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması için yazacağı yazıları bekliyoruz. (NZ/EÖ)