Çocuklarım Deniz’in, Barış’ın sol çevresinden tanıyıp sevdiğim biriydi Nail Satlıgan. Komünist olduğumu bilmesine karşın uzak durmayı yeğleyen soğukça bir yaklaşım gösterirdi genellikle. Alışmıştım buna. Gençlerde çok sık rastladığımız “Troçkist” ya da “Maoist” bir eğilime bağlıyordum bunu. Aslında pek tanımıyordu beni.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20., 22. kongrelerinde, yapılan açıklamalarda o günkü Genel Sekreter Hruşçov, Stalinist Parti yönetiminin nasıl kabaca bir legalite perişanlığı yarattığını tüm dünyaya açıklamış, böylece biz de öğrenmiştik gerçekte olan biteni. Aslında kendi partimiz içinde de yaşamıştık bu gerçeği. “Takke düştü kel göründü!” dediğimde, rahmetli Behice Boran’ın attığı acı kahkahayı hiç unutmam. Stalin’i anlamak diyor kimileri bugün.. Aslında asıl sorun “Stalinizm”i anlamaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda, Kautski başkanlığındaki, II. Enternasyonal’e bağlı Alman Sosyal Demokrat Partisinin hükümetin önerdiği savaş bütçesini onaylamasını hiç bağışlamadı Lenin. III. Enternasyonal’in temel ilkesi de şuydu: Sosyalizm ille de endüstriyel gelişme içindeki ülkelerde oluşacaktır diye bir zorunluluk yok. Yirminci Yüzyıl’ın başlarından beri, İspanyol-Amerikan ve İngiliz-Boer savaşlarından sonra dünyaya egemen olan endüstri sermayesi değil, finans kapital’dir. Gelişmiş ülkeler artık mal değil kapital ihraç ederler. Bu temel çelişkilerde arapsaçına dönmüştür bugünkü dünya. Termonükleer- Biyolojik-Kimyasal silahlar dünyasında bugün tek kurtuluş yolları olarak savaşı kışkırtıyorlar.
Biz asıl sorunumuza dönelim şimdi.
Dört kez gittim Sovyetler Birliği’ne. Londra’da Güven romanını yazarken Komintern belgelerinden yararlanmak için gittim. Bu arada Sovyet Yazarlar Birliği’nin görevlisi Vera Feonova ile türlü kentleri gezdik. Moskova, Leningrad, Odesa, Kiev, Bakü, Tiflis, Stalingrad gibi benim Güven romanında adı geçen tüm yerleri mutlulukla dolaştık. En son Alman tankının Moskova yakınlarında durdurulduğu, ellerindeki bombaları gövdelerine bağlayıp tankların üstüne atıldıkları, komutanın madalya aldıktan iki saat sonra şehit olduğu geniş alana kadar her yanı gezdik, dolaştık. Arada eleştirilecek epeyi şeye kafam takılsa da, bir sarı defter dolusu not almama karşın döndüğümde bu konularla ilgili yazı yazmak hiç içimden gelmemişti. İkinci Dünya Savaşı’nda saldırgan Alman Faşist sürülerinin yirmi milyon insanı yok ettiği bir savaştan sonunda utkuyla çıkmış bir devletti bu. Bin bir güçlükle boğuşarak yeniden yapılanıyordu. Bunları da doğal karşılamak gerekti sonunda.. Rastladığımız tüm terslikleri alaya alan fıkralar anlatıldı mı biz de gülüyorduk herkes gibi. Ara sıra biz de anlatıyorduk bu fıkraları. Epeyi gerilimli olaylardan sonra Gorbaçov Genel Sekreter olunca sert eleştirilere biz de katılmaya başladık. Gorbaçov döneminde iki sözcük sloganlaştırılmıştı neredeyse: Perestroyka-Glasnost. Artık sosyal özgürlüklerin var olduğu demokratik bir dönem başlatılıyordu işte! Brejnev döneminde, ilk gittiğimiz günlerde Moskova’yı gezerken bir alanda yan yana asılmış iki büyü resim eni konu çarpıcıydı. Biri, göğsünde tek kızıl madalyayla kutsal bir gülümseme görüntüsü veren Lenin, onun bitişiğinde de çarlık döneminden kalmış gibi göğsünde şangur şungur bir sürü çeşitli boyda, boyada madalyayla Brejnev görünüyordu. Tutamadım kendimi. “Nedir bu adamın hali, cambazhane beygiri gibi bir sürü madalya göğsünde?” dedim. Arabada yanımda oturan çevirmenim Kalina beni birden çekip susturmaya çalıştı tam bir ürküyle. Kaş gözle öndeki şoförü de göstermeğe çalışıyordu ya, asıl korkusu tam o sıra önünden geçtiğimiz koca yapı Devlet Gizli Örgütü’nün (KGB) merkeziymiş. Çevresinde konuşulanların tümünü en duyarlı teknik araçlarla dinlerlermiş.
Gorbaçov döneminde Vera, onun başındaki Türkmenistanlı bir müdür konuşuyoruz bir gün. Ben Gorbaçov döneminin yeni sloganlarıyla epeyi düzelmeye kavuşulacağını, işe emekçi yığınlarının el koyacağına inandığımı söylüyorum. Sosyalist toplum kuruluşunun başarısı üzerine günlerce mutluklar bölüştüğümüz Vera Yoldaş patlar gibi kalktı birden. Biz gelip gidiyorduk. Bu halkın neler çektiğini biliyor muyduk!? Ne emekçi yığını; bilinçsiz, ürkmüş sürülerdi onlar. Hiçbir şey çıkmazdı onlardan. Donup kalmıştım, dilim tutulmuş gibi. Biz neyi bilebilirdik ki? Bize neyi göstermişlerse onu biliyorduk. İşin acısı, ara sıra gözümüze çarpan terslikleri de, inanmış Sosyalist olarak, görmezden gelmiştik: Gorbaçov da ancak Genel Sekreter olunca öğrenmişti ki, meğer Sovyetler’in gerçek ekonomik gücü sadece bir günlükmüş. Bu doğruyu öğrenince şaşkına dönmüş adam.
Acılı sarsıntılardan sonra rejim Sosyalist olmaktan çıkıp kapitalizme dönüşmeğe başladı. Bugünkü Putin’li döneme kadar vardı sonunda. Kısa devrede tam çöktü sistem. O günlerde Türkiye’ye dönünce ben Vera Feonova ile yaşadığım bu olayı tüm acılığı, açıklığıyla yazdım. Birkaç gün sonra bir sinema lobisinde karşılaştığım Nail Satlıgan beni görmüştü, heyecanla yaklaştı. Yazıyı okuduğunu, böyle bir gerçeği böylesine acılığı açıklamamdan duyduğu mutluluğu dile getirdi. Ben o yazıyı yazarken hiç mutlu olmamıştım ama, bu değerli genç insanın olaya bu gerçekçi yaklaşımına sevgi, saygı duymuştum. Gün günden artmaya başlamıştı yakınlığımız. Yedinci romanımı, Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni yazınca, kafası iyi çalışan bir teorisyen olarak okuyup düşüncelerini söylemesini istedim. Üç günde okuyup geldi. Teorik bir kusur bulamadığını, ama kendisinin romancı olmaması nedeniyle o konuda bir şey diyemeyeceğini bildirdi. Güldüm. O konu benim alanımdı, onu ben düşünecektim.. Ayrıca o konuda, sorunu hiç bilmeyen o kadar çok sayıda sorumlu vardı ki, sözü kimse bize bile bırakmıyordu!
Almanya’da Doktor Hikmet Kıvılcımlı üstüne yapılan bir sempozyuma ikimiz de çağrıldık. Konuşması bana çok çekici gelmişti. Kucaklayıp kutladım. Bu çok değerli genç arkadaşımızı 28 Nisan 2013’te 63 yaşında yitirdik. Aslında en verimli çağına girmişti. Son yıllarda tüm yaptığı Marksist ekonomi çalışmalarını Yordam Kitap yayınları arasında çıkarmaya başlamıştı. Mehmet Selik ile birlikte Kapital’in birinci cildini yayınladı, ikinci cildinin de editörlüğünü yaptı. Marks-Engels’in birlikte kaleme aldıkları ünlü tarihsel başyapıt Komünist Manifesto ilk olarak Türkçeye TKP kurucusu Şefik Hüsnü tarafından çevrilmişti. Çok yıllar sonra Kerim Sadi’nin yeni bir çevirisi yayınlanmıştı. Şimdilerde çokça çevirisi olmuş. Nail Satlıgan çevirisi ile Komünist Manifesto, Yordam Kitap yayınları arasında 2008’de çıktı. Marksist İktisat El Kitabı’nı yine 2007’de ve Marx’ın Kapital’i (A.Saad-Filho, B. Fine) kitabını 2008’de Yordam Kitap yayınladı.
Nail Satlıgan ile birlikte çok değerli bir eleştirmenimi de yitirmiş olmanın üzüntüsü içindeyim.
Gelecek sekizinci Bizce’de şiirimiz üzerine yazmaya devam edeceğim.
Kalın sağlıcakla. (VT/YY)
Bu yazı Vedat Türkali’nin www.bize-gore.com sitesinde yayınlanmıştır.