Kabuk, içine doğru büyüyen canlılar için hayat; bambaşka dallarda asılı kalan muskatlar için bir kapandır. Muskat, tohumu baharat diye kullanmayı akıl etmenin şiddetini kavrayamadan bıçaklarla dolu bir düzeye çarpar durur. Zerrecik olup sütün içine düştüğündeyse bardakta zehir, midede sancı, ruhta sanrı olur. Muskat, yere sert kapaklanan taneciklerden birinin, Yaşar’ın hikâyesi. Ağlayan bebeği susturan, susmayı öğrenmiş yetişkini gürültülü bir suskunluğa alıştıran Muskat, zehir olmaklığı doz meselesi olsa da yalnızca doğarken ve ölürken beyinde salgılanan kimyasalı, DMT’yi tetiklemesiyle sanrılar gördüren bir meyve esasında.
Oyunun omurgasını oluşturan bu aksı takip etmeye başından başlarsak, Yaşar seyirciyi annesinin cenaze törenini birlikte hazırlamaya davet ediyor. Hem de yasın beş evresini deneyimlemeye tersinden başlayarak: Kabullenme!
Oyun şu cümleyle açılıyor: "Bugün annem öldü ve benim için dünyanın en mutlu günü!"
Yaşar’ın kabul ettiğini sandığı bir kaybın ardından yaşadığı travma bizlerce gözlenebilir dışsal bir ifadeye dönüşüyor. Yaşar’ın zehirli emosyonuna tanık oluyor, bir evin içerisinde birlikte kayboluyoruz.
Ev diye kabul ettiği cehennemi terk etse bile onu zihninde kurmaya yemin etmiş bir kadın olan Yaşar; kocaman ev ona kalmışken, birdenbire içi kendinden başka çok şeyle dolu olan bir boşlukta özgür olduğunu hisseden, olmadığını bilen bir savunmasızlıkla annesiyle yeniden karşılaşıyor. Esra Dermancıoğlu, oyunda nevrozlu karakterine ele avuca sığmaz oyunculuğunu ve yeteneğini dikişliyor.
Tek perdelik ve tek kişilik bu oyun, artık hissi de etkileyiciliği de aşınmış ve alışılmış anlatı tiyatrosu materyalini kullanıyor. ‘Yok’ hizasında kendini var eden sahne tasarımlarını sevsem de sahneye dikey enstale edilmiş, özensiz ışık tasarımıyla flört halindeki sütunlar dramatik yapıya derinlik katmıyor.
Metne adını veren ve hikâyenin taşıyıcı ögesi Muskat ile ilgili fikri oldukça yaratıcı ve etkileyici bulsam da sırtını fikre dayayan özensiz bir metinle karşılaştım. Sarkan dramatik yapısı, komedi zamanlaması çok iyi olan oyuncusuna pasör olamayan, komedisi ve zehirli bir bilinçakışını çok sesli bir yerden ele alışıyla metin, anlatı tiyatrosunda defalarca izlediğimiz formülün röprizi olmaktan öteye gidemiyor. Bilinçakışı kavramının sancılı bir sayıklama pratiği olduğunun farkında bir yerden şunu söyleyebilirim ki oyunun sessizlik anlarına ve düşünce eslerine ihtiyacı var.
Yine de tek kişilik oyunları seviyorsanız ya da Dermancıoğlu’nun oyuncaklı tarzına aşinaysanız Muskat’ı seveceksinizdir.
Oyun, doğmuş olmayı bağışlayamayan bir çocuğun kendine gelmesiyle de bitiyor. Yani sona benzer bir başlangıçla... Hep öyle değil midir? (TY/TY)