Demokratik açılım Türkiye gündemine damgasını vurmuş bulunuyor. AKP den DTP ye MGK dan Hülya Avşar'a açılımla yatıp açılımla kalkıyoruz. Kiminin Kürt açılımı dediği sürece hükümet çevresi demokratik açılım demeyi uygun görüyor.
Kürt sorununun organik bir parçası olan PKK de sürece Kürt halkı adına dahil olmaya çalışıyor. Resmi siyaset çevreleri her ne kadar PKK ve İmralı'yı hesabın dışında tutmaya çalışsalar da PKK'nin ve Abdullah Öcalan'ın çözüm için girişilen sürecin fiilen muhatabı olduğu gün geçtikçe ayyuka çıkıyor. Bölgede son otuz yılda ortaya çıkmış hangi yarayı kazısak , PKK ile özdeşleşmiş ağıtların yükseldiğini duyuyoruz. Ve bu da PKK'nin hesaba katılmadığı bir çözümü olanaksızlaştırıyor. Öyle ya savaşan taraflardan birini yok sayarsak barış nasıl olacak? Ölümler dursun derken ölenlerin büyük çoğunluğunun PKK'li yada PKK'li yakını, ya da PKK sempatizanı ve Kürt hareketine sempatiyle yaklaşan aydınlar olduğunu atlayıp, PKK yokmuş gibi davranmak da neyin nesi? (ve tabi ki PKK ile savaş bahanesi ile katledilen / göçe zorlanan Kürt nüfustan bahsetmeme bilmem gerek var mı?) Bu kadar aleni bir gerçeği bilip de bilmezden gelmek devlet politikası olduğu için, AKP çözüm konusunda Kürt tarafından muhatap bulmakta zorlanıyor haliyle.
Böylesi bir hercümerç içinde sesine şiddetle ihtiyaç duyulan sosyalist solun ise neredeyse hiç sesi çıkmıyor. Ergenekon davasının tüm toplumu böldüğü gibi sosyalist solu da eskisine nazaran daha net çizgilerle bölmüş olması, içine girilen -AKP'nin değimi ile- demokratik açılım sürecinde, solun ortak ses çıkartmasına maalesef olanak vermiyor. Derli toplu, gür bir sesle sürece müdahale edememesinden kaynaklı sosyalist sol böylesi bir kader anında ülke siyasetinde ancak kenar süsü olarak yerini alıyor.
Solun önemlice bir kısmı emperyalizm ve AKP karşıtlığı yapacağım derken, sürece dair hemen hemen hiçbir şey söylemeyip, kendi kum havuzunda debelenmeye devam edyor. (Örneğin TKP'nin barış ve kardeşlik bildirgesi, ezen ulus burnu büyüklüğü ile bazı kültürel hakları utanarak vurgulamak dışında, Kürt halkını emperyalizmin kandırdığı bir çocuk olarak görüp, emperyalizmin bir oyunudur diyerek tüm olanların ve olacakların dışında kalmayı,- her ne kadar kabul etmeleri zor olsa da- fiilen tercih ediyor.) Diğer taraftan yine sosyalist solun uzun süredir Kürt özgürlük hareketi ile yakın temas halinde bulunan sektörleri ise DTP'nin atacağı her adımı peşinen desteklemeye hazırlar. DTP'nin atacağı olası geri adımlar bu kamp tarafından geçmişte olduğu gibi eleştirilmeden hasır altı edilecek olursa yine aktörlerin seyrine dalmış bir sosyalist sol manzarasıyla karşılaşacağımız açık.
AKP ve DTP'nin masada uzlaşması akabinde bir dizi demokratik uygulamanın startını vermesi halinde, seyirci olmanın ötesine geçemeyecek bu durumu ile solun, tüm karşı çıktıklarına hizmet etmesinin de önü açılmış oluyor. Mevcut, kargaşaya daha yakından baktığımızdaysa sosyalist solun bu suskunluğunun hiç de hayra alamet olmadığını fark ediyoruz.
Mufazakâr "Birlik"
Allah "Bir"midir? Bu soru tabi ki de metafizik bir soru değil. Ülke gündeminde yer yerinden oynarken bu soru farklı bir anlama bürünüyor. Bir nevi "Gerçek" istilasıyla karşı karşıyayız. Vaktiyle yaratılmış olan simgesel düzen, anlamından sıyrılan şeyler çorbasına dönüşüyor. Askerin kurum olarak taşıdığı anlam, PKK'nin ve Kürtlerin tüm simgesel yapıyı ayakta tutan ve anlam bütünlüğü sağlayan "mutlak bebek katillikleri ve barbarlıkları" , hepsi sorgulanıyor ve değim yerindeyse kartlar yeniden karılıyor. Denilebilir ki yirmi sene sonrasının düşünsel ve gündelik hayatı bugüne göre şekillenecek. Ancak tam tersi de doğru yani bugün yarınla dolu. Geçmişimiz, gelecekte bulunacağımız noktanın ahvali dolayımı ile anlam kazanacak. İşte içinden geçtiğimiz süreç bu çift taraflı işlerliğinden dolayı önemli. Çünkü hükümetin bu dönemi demokratik açılım süreci olarak adlandırmak istemesi salt bir niyet meselesi değil. Daha ziyade aşağıda da değineceğim gibi, çift taraflılığa sebep olan ideolojinin yapısal işleyişinden kaynaklanan bir algılama meselesi. Hükümetin açılımı, Ergenekon Davası ile beraber düşünülürse, demokratik kazanımlar açısından heyecan verici görünse de Zizek'in Althusser eleştirisi üzerine kurduğu ideolojinin işleyiş mekanizmasına dair olan açıklamaları, bize açılım hakkında daha derin bir sorgulama yapmanın gerekliliğini işaret ediyor.
Metafizik olmayan soruya geri dönelim ve biraz değiştirelim. İslam inancının yaşam tarzı olarak muhafazakarlık "Bir"midir? Bu haliyle sorduğumuzda soruyla Lacan'ın meşhur "Bir" ini işaret etmeye çalıştığım anlaşılacaktır. Malum "Gerçek" istilası yani bugüne kadar varlığını sürdüregelmiş, tüm Kemalist simgesel düzenin alt üst oluşu ile karşı karşıyaysak eğer, etrafımız yüzer gezer gösterenlerle dolu demektir. Bu durum sonsuza dek böyle kaotik bir biçimde sürüp gidecek değil elbette. Sonuçta yeni bir simgesel düzen oluşacak. Ve oluşacak olan yeni simgesel düzen, hayat bulduğu andan itibaren, toplumun mevcut durumunu "zaten hep olması gereken ve hep de böyle olmuş olan" durum şeklinde algılamasını sağlayacak.
Zizek'in Althusser ve Lacan'dan çıkarttığı geri dönüşlü olarak çalışan ideoloji mekanizması uyarınca bugünkü siyasal konjonktüre baktığımızda, İslami muhafazakar düşünce "Bir"midir sorusunun önemi daha net anlaşılacaktır. Çünkü muhafazakarlık ve bir bütün olarak İslam inancı, tüm yüzer gezer gösterenleri düzenleyecek, gösterileni olmayan gösteren, yani Lacan'ın "Bir"i mertebesine yükselmektedir. Daha açık konuşalım; kadın kurtuluş mücadelesi, Kürt özgürlük mücadelesi, ekolojik yıkıma karşı mücadele gibi tüm yüzer gezer kavramlar, İslami muhafazakar düşüncenin yani "Bir"in yerine göre anlam kazanacaktır. Çünkü bağlanmamış unsurlarla dolu olan ideoloji alanı bu "Bir" sayesinde sabitlenir ve gösteren zincirinin anlamlı bütünlüğü dikilir. Bu dikiş değindiğim üzere geri dönüşlü olduğu için kavramların çeşitli özelliklerinin, kavramların doğasında daha en baştan beri içkin olduğu izlenimini yaratır. Bu noktadan sonra kadın kurtuluş mücadelesi, hanımların annelik vazifelerini en iyi bir biçimde yapabilmelerini sağlamanın mücadelesine, sınıf mücadelesi kul hakkı yemeyen bir kapitalizm yaratma mücadelesine dönüşür. Hükümetin ve İslami çevrelerin Kürt sorununa yaklaşımına dikkat edilirse, İslam'ın hepimizi kardeş ilan etmesine vurgu yapar. Yaratandan ötürü birbirimizi sevmemizin zorunluluğu ve bu anlamsız kardeş kavgasının son bulmasının gerekliliği İslam'ın belirliyiciliğinde öne sürülür. Onurlu bir barış için verilen mücadele, bu şekliyle ümmet anlayışınca içerilmiş olur.
İşte tam bu geri dönüşlü işleyişten dolayı hükümet çevresi demokratik açılım adını tercih etmektedir. Mesela Ergenekon davası, derin ilişkilerin ortaya çıkartılması açısından elbette ki önemlidir ancak bu da İslami bir orjine göre belirlenebilir bir durum haline hızla dönüşmektedir. Demokratik açılım "doğası gereği" hükümet çevresince zaten İslami ögeler barındırmaktadır. Bu sebepten herhangi bir AKP taraftarının demokratlığı ancak İslami değerler dolayımı ile görünür olmaktadır ve mesela Hrant Dink davasının yakıcılığı muhafazakar birey tarafından bir türlü anlaşılmamaktadır . Yani hükümetin süreci demokratik açılım süreci olarak adlandırması, demokrasinin de "zaten olması gerektiği gibi" İslami bir sıfata sahip olmasındandır.
Sosyalist müdahale
Bahsi geçen "Gerçek" istilası, belki Fransız ya da Bolşevik devrimlerinde olduğu gibi değil ama yine de sarsıcı ve yıkıcı bir etki yaratmaktadır. Cin şişeden çoktan çıktığı için eski düzenin dikişleri birer birer patlamaktadır.Ancak henüz kapitone dikişinin atıldığı ve yeni simgesel düzenin sağlama alındığı söylenemez. Böylesi bir tarihi anda ise solun birşeyler yapıyor olması gerekir. Ne yapması gerektiğine gelmeden evel yapmaması gerekeni herhalde kolayca tahmin edebiliriz. Kaçınılması gereken politik hat, AKP'ye karşı çıkacağım diye yola çıkıp, eski Kemalist söylem ve ulus devlet savunusu ile emperyalizme karşı gelmeye çalışmak ve -TKP'nin düştüğü gibi- Kürt halkını yoksayıp şoven bir batağa düşmektir. Çünkü emperyalizme karşı mücadele kesinlikle eski söylemsel düzeyde yürütülebilecek bir mücadele olmaktan çıkmıştır. Yada maç artık başka bir sahada oynanmaktadır da diyebiliriz. Küresel kapitalizme karşı, arkaik ulus devlet söylemi süreci tersine döndürmeye çalışmaktır. Küresel kapitalizmin çeşitli merkezlerinin, AKP ve benzer aparatlarla dünyaya yön verme çabasına karşı izlenmesi gereken hat onun imkansız çekirdeğini her alanda göz önüne sermekten geçer.
Kürt ulusal hareketi ile daha yakın bir münasebete sahip olan sosyalistlere ise çok kritik ve temel bir görev düşmektedir. Bahsettiğim üzere AKP muhafazakarlaşma çerçevesinde bir demokrasiyi ister istemez olması gereken demokrasi olarak anlamaktadır. Öyleyse sosyalist solun sürecin dışına savrulmak şöyle dursun sürecin etkin öznelerinden birisi olması gerekir. Henüz kapitone dikişi atılmamışken, sosyalist sol ve onun doğal ittifakları, Kürt açılımı konusunda AKP'nin muhafazakar "çözümünü" aşacak taleplerle ortaya çıkmalıdır. Onun oynadığı zemini sarsmalıdır. Bugün muhafazakar söylem belirleyici bir pozisyon kazansa dahi, uzun vadede düşünüldüğünde atılan dikişlere toplum nezdinde şerhini düşmek solun boynunun borcudur. Bu anlamda sosyalist sol açılım konusunda Türk ve Kürt tarafında ciddi bir etkisi olan muhafazakar söylemin kral çıplak deyicisi olmayı göze almalı ve başka bir orjine göre hareket ettiği belli olan aktör mertebesine yükselmelidir. Kürt hareketinin barındırdığı İslami ögelerin ümmetçi uzlaşmayı kabul edebilecek bir potansiyele sahip olması, sosyalist solun, enternasyonalist kanadının görevinin yakıcılığını arttırmaktadır. İslami barışa karşı özgürlükçü, sosyalizan bir barış talebi ve anti-kapitalist bir söylemle bu kritik anda sosyalist sol, tarihsel görevini yerine getirmelidir.
_________________________________________
(*) İbrahim Mergen, İTÜ Siyaset Çalışmaları Yüksek Lisans Ögrencisi